Yayınlarım...

Popüler Yazılarım-14                                                                    Prof. Dr. Fahri UNAN

Sayfa Sonuna Git

KUVÂ-YI MİLLİYE RÛHU(*)

Türkiye, altı yüz yıllık bir imparatorluğun harâbeleri ve külleri üzerine kurulmuş bir devlet olması hasebiyle, yetmiş küsûr yıllık yakın târihi içerisinde cidden sıkıntılı dönemler yaşamış, fakat bütün bu sıkıntılara rağmen, hemen her sâhada müsbet yönde küçümsenemeyecek mesâfeler de almasını bilmiştir. Ancak, bugün ulaşılan safha ile, Türk milletinin târihî tecrübesi mukāyese edildiğinde, yukarıda belirtilen başarının fazla abartılmaması gerektiği de başka bir hakîkattir. Nitekim, İkinci Dünyâ Savaşı’ndan gerçek mânâda bir harâbe olarak çıkan bâzı devletlerin, kendilerini en kısa zamanda toparlayarak bugün ulaştıkları nokta göz önüne getirildiğinde, manzara çok daha açık bir şekilde görülür. Bu durum, hemen her sâhada müşâhede olunabilir. Sâdece maddî (iktisâdî) açıdan değil, askerî, sosyal ve kültürel açılardan da aynı şey söz konusudur.

Bilindiği gibi Türkiye, yüzyılımızın başında giriştiği ciddî bir mücâdelenin ardından, her sâhada yeni bir şekillenmeğe gitmiştir. Bu şekillenmenin dinamikleri veyâ bu şekillenmeye yön veren âmillerin nitelikleri hâlâ tartışılmaktadır. Son yıllarda yaşanan hâdiselerin gösterdiklerine göre, daha uzun bir süre tartışılmaya da devam olunacaktır. Fakat, bir takım katı ideolojilerin ve zümrelerin direnmelerine rağmen, artık yavaş yavaş varılan bir nokta bulunmaktadır: Cumhûriyetin ilk dönemlerinde kültürel, sosyal, siyâsî ve hukûkî sâhalarda gerçekleştirilen değişikliklerin tamâmı, her yönüyle ve istisnâsız isâbetli değildir. Bilhassa, asırlardan beri şekillenerek sosyal bünyemizi inşâ eden kültürel dinamiklerin gerekli olup olmadığı, nereden başlayıp nerede biteceğini kimsenin bilmediği ve hâlâ tartışılan bir Batılılaşma sevdâsı uğruna, deyim yerinde ise, berhavâ edilmesi, bugün içinden bir türlü çıkamadığımız kargaşalara, huzursuzluklara, çekişmelere, sosyal gerginliklere, siyâsî keşmekeşe ve mâhiyeti doğru dürüst teşhis edilemeyen daha bir sürü sıkıntıya yol açmıştır.

Cumhûriyeti kuran irâde, bizce ferdî değil, millî irâdedir; milletin bütününün irâdesidir. Dolayısıyla, milletin geleceğine yön verirken, eşyânın tabiatine ve sözü edilen irâdenin niteliğine uygun olarak, milletin tamâmının düşüncesi göz önünde bulundurulmalı idi. Oysa bizde, bir noktadan sonra milletin kāhir ekseriyeti bir tarafa bırakılarak, ülkenin ve milletin geleceğini milletin kendisini inkârında gören küçük bir azınlığın arzûları öne çıkarılmış; Osmanlının o çok tenkit edilen milleti sürü (raiyyet) gören mantığı aynen benimsenerek yola devam edilmiş; kısacası dünden bugüne değişen fazla bir şey olmamış; sürü aynı sürü kalmakla birlikte, sâdece çobanlar değişmiştir.

Öyleyse, aynı hamam aynı tas olduğuna göre, bu kadar gürültünün esbâbı nedir? Kanaatimizce, bütün mesele tek noktada düğümlenmektedir: Çobanların direnmelerine ve dayatmalarına, artık sürü karşı çıkmakta; dünden bugüne tek istikāmette dönüp giden çarkın, bundan böyle aynı şekilde dönmesine îtirazlar yükselmektedir. Bütün iddiâlara rağmen, Türkiye’de hâkimiyet kayıtsız şartsız milletin değil; bilâkis, kendilerini kudret ve iktidâr sâhibi gören bir takım mihraklarındır; hâkimiyet milletin değil, günümüzün moda tâbiriyle, kayıtsız şartsız derin devletindir! Türkiye’de bugün cereyan eden bütün mücâdeleler, çatışma, çekişme ve huzursuzluklar bu çerçevede odaklaşmakta; kendi irâdesini eline almak isteyen milletin kendisi ile, bunu millete revâ ve lâyık görmeyen otoriter ve totaliter bir zihniyet bâzan açıktan, bâzan psikolojik olarak, ama dur durak bilmeden birbiriyle kıyasıya sürtüşmektedir. En basit tâbirle, bir taraf ‘sen busun!’ diye diretirken, diğer taraf ‘hayır, ben bu değilim ve olmayacağım!’ demektedir.

Cumhûriyeti kuran millî irâde, inşâ safhasında kendisini milletin çok iyi tanıdığı, anladığı, kavradığı ve yabancılık çekmediği bir mefhumla, kuvâ-yı milliye (millî kuvvetler) tâbiriyle târif ve tavsif ediyordu. Millet, yediden yetmişe bu târif ve tavsifte kendisini bulabiliyor, rûhunu o irâdeye teslim etmekten sakınmıyordu. Şu hâlde, Cumhûriyet kuvâ-yı milliye rûhu ile kurulmuştu. Peki, bu rûhun özü ve mâhiyeti ne idi?

Bu rûhun özünü ve mâhiyetini en iyi savaş cephelerinde gözlenen tavır ve davranışlar ortaya koymaktadır. Buna dâir yüzlerce örnek vermek mümkündür. Ancak, bu rûhu en iyi Çanakkale Savaşları’nda görebiliyoruz. O ruh, Anafartalar komutanı Mustafa Kemâl’in târif ve tavsif ettiği üzere, düşman hatlarına saldırırken, iki adım ötede arkadaşlarının öldüklerini gördükleri hâlde, zerre kadar fütur göstermeyen, belki bir dakîka sonra kendisinin de aynı âkıbete uğrayacağını bile bile, âdetâ ölümün kucağına atılan insanların şahıslarında, deyim yerinde ise, tecessüm etmişti.

Bilâhare Türkiye Cumhûriyet’in mîmârı olacak olan Anafartalar komutanı Mustafa Kemâl Paşa, savaşın başlangıcından beri mektuplaşmakta olduğu bir yabancıya, yukarıda sözü edilen rûhla ilgili olarak şunları yazıyordu:

Burada hayat o kadar sâkin değil. Gece gündüz durmaksızın başımızın üzerinde şarapneller ve türlü mermiler patlıyor. Kurşunlar ıslık çalarak geçiyor ve bombalarla topların gümbürtüsü birbirine karışıyor. Gerçekten, cehennemde gibiyiz. Neyse ki, askerlerim düşmandan çok daha cesur ve dayanıklı. Öte yandan, içlerindeki inanç, çoğu zaman canlarını feda etmelerini gerektiren emirlerimin yerine getirilmesini çok kolaylaştırıyor. Çünkü, onlara göre, bu işin yalnız iki yüksek sonucu vardır; ya gâzi, muzaffer olmak, ya da şehit. Bu sonuncusu ne demektir, biliyor musunuz? Doğrudan doğruya cennete gitmek. Orada Tanrı’nın en güzel kadınları, huriler onları karşılayacaklar ve ebediyyen emirlerine âmâde olacaklar. Ne büyük mutluluk”

Kezâ, Mustafa Kemâl, Çanakkale Savaşları sırasında, sonu kesin ölümle bitecek bir saldırıyı gerçekleştirecek küçük bir atlı grubunun komutanına saldırı emri verir. Lord Kinross’un anlattığına göre, “Komutan önce, ‘Başüstüne’ dedi, sonra bir duraklama geçirdi. Mustafa Kemâl onu geri çağırdı: ‘Ne dediğimi anladınız, değil mi?

-Evet efendim. Ölmemizi emrettiniz.

Atlıların çoğu öldü. Ama onların saldırısı, düşman akınını geciktirmiş ve böylece o önemli zirvenin kurtulmasını sağlamıştı.”

Buna benzer örnekler, Millî Mücâdele döneminin her cephesinde her gün yaşanan sıradan hâdiselerdendi.

Şimdi, şöyle bir soruyu sormanın tam zamânıdır sanırım: Kendilerini gözlerini kırpmadan ölümün kucağına iten sâik veyâ muharrik kudret ne idi? Böyle bir şeyin, sırf emir dolayısıyla veyâ kumandan korkusu ile mümkün olabileceğini sanmak ne kadar doğrudur?

Bu soruya günümüzden cevap verelim: Dünyâda ve Türkiye’de en üst seviyede pek çok kimsenin –bilfiil îtiraf ve ifâde ettikleri üzere– ödlerinin koptuğu Rus Kızıl Ordusu karşısında bir avuç Çeçen kahramanını, o kahramanlığa iten sâik ne ise, Mehmetçiği kahramanlaştıran ve kuvâ-yı milliye rûhunu coşturan da aynı sâik idi!

Kezâ, Avrupa’nın ortasında, her türlü silâhla müsellâh Sırp ve Hırvat güçlerine karşı, en demode silâhlardan bile mahrum Boşnak kahramanlarına dayanma ve direnme kudretini bahşeden sâik ne ise, Millî Mücâdele’nin kahramanlarına da, her türlü imkânsızlık içinde dayanma gücü, azim ve irâdesi sağlayan yine aynı sâik idi!

Adını açıkça koyalım: O insanlara o azmi veren kudret İslâm’dı. Kezâ, kuvâ-yı milliye rûhu denince, hatırlanması gereken şeylerin başında da, muhakkak ki, İslâm gelmektedir. Vatan tehlikededir diye Anadolu’nun ücrâ köşelerinden cephelere koşan, çoğu okuma-yazma bilmez, ırkî şuurdan bîhaber bu insanlar, kendilerini çoğu zaman ancak İslâm ve Müslüman olarak tavsif edebiliyorlardı. İslâm, onlara vatan sevgisinin îmandan olduğunu; hürriyetin ve istiklâlin kaybedilmesi durumunda, iffetin ve nâmusun da korunamayacağını öğretmişti. Kahramanmaraş’ın Sütçü İmâmı, bu anlayışın tipik bir temsilcisi olarak, istiklâlin bulunmadığı bir yerde, iffet ve nâmusu korumak bir tarafa, ibâdetin bile tehlikeye gireceğini ifâde ederek, insanları sokağa dökmüş ve ellerinde ciddî bir silâh bile bulunmayan bu insanlar, taşıdıkları îmânın gücüyle Fransızların üzerlerine atılmışlardı.

Ne var ki, yeni Türk devletinin kurulmasında en büyük âmillerden birisi olan bu ruh ve îman, kısa bir süre sonra sulandırılacak, milletin geri kalmasının yegâne sebebi olarak gösterilmeğe kalkışılacak ve bir an önce bırakılması öğütlenmekle kalınmayacak, terk edilmesi için millet uzun yıllar zapt u rapt altında tutulacaktır.

Erol Güngör merhum, bir vesîleyle, “Modern Türkiye’nin kurucularının ise Lozan Konferansı’nda İ’tilâf devletlerine batı tipi bir devlet nizâmı vâdettikleri anlaşılmaktadır.” Der. Bu ifâde doğru olmakla birlikte, bizce biraz eksiktir. Zîrâ, öngörülen sâdece batı tipi bir devlet değil, aynı zamanda batı tipi bir cemiyet, batı tipi bir sosla hayat, batı tipi bir kültür, batı tipi bir inanç sistemi idi. Bugün, bu hakîkat bütün çıplaklığıyla ortaya çıkmış bulunmaktadır. Fakat, arzulanan bütünüyle gerçekleşemedi. Çünkü, böyle bir arzû, her şeyden önce, sosyoloji ilminin kāidelerine aykırı idi; insan fıtratına uymuyordu. Yüzyıllarca Hasan olarak yaşamış bir insana, bir gün birisinin gelip ‘hayır sen Hasan değil, meselâ, Hans’sın’ demesi, ne kadar abes ve o kişi tarafından nasıl tepki ile karşılanırsa, bütünüyle farklı bir târihî geçmişin, kültürel birikimin, sosyal çevrenin ve îman atmosferinin mahsûlü olan insanlardan, bambaşka bir topluluk ortaya çıkarma gayreti de benzer bir tepki görecekti. Kabûl etsek de etmesek de, bugün bu tepkilerin tezâhürleri ile karşı karşıya bulunuyoruz. Çünkü, ‘toplum mühendisliğine’ soyunanların düşünceleri doğru çıkmamış, milleti bütünüyle başka bir kalıba sokma gayretleri hedefine ulaşamamış olmakla birlikte, o gayretler eski saffeti de bozduğu için, sosyal hayat darmadağınık olmuş, insicam kalmamış, insanları berâber yaşama arzûsuna götürecek müştereklerin asgarîsi bile yara almış ve deyim yerinde ise cemiyeti oluşturan tabakalar arasında inanç ve güven buhrânı ortaya çıkmıştır. Artık kimse kimseye güvenmemekte, her zümre karşısındakini düşman gibi görmekte, siyâsî taraflar şeklinde tecessüm ve teşekkül eden bu güvensizlik, insanları teyakkuz hâline getirmiş bulunmaktadır. Dolayısıyla, bir grup veyâ zümre, karşısındaki grup veyâ zümreyi, en hafif tâbirle, başka bir ülkenin insanı gibi görebilmekte ve fırsatı bulur bulmaz gırtlağına sarılmakta tereddüt etmeyeceğini göstermektedir. Paylaşılan ortak değerler, ya eski güçlerini yitirmiş veyâ bütünüyle ortadan kalkmışlardır. Bir milletin fertleri, yüzyıllarca içlerinden birinin ölümü hâlinde, üzüntülerini göz yaşlarıyla dışa vururlar, o kardeşlerini duâlarla ve rahmet temennîleriyle Allâh’ın huzûruna uğurlarlardı. Bugün ise, bütün bunların yerini tuhaf alkışlar almış bulunmaktadır. Şu hâlde, o alkış sâhipleri ile, dünkü duâ ve rahmet temennîlerinde bulunanlar arasında, mânevî açıdan hangi müşterek değer kalmıştır? Böylesi bir durumda, sosyal tesânütten, müşterek gelecek arzûsundan nasıl söz edilebilir?

İnsanları bir arada tutan şeyler, sâdece maddî çıkarlar değildir. Maddî bakımdan fevkalâde imkânlara sâhip kimseler, her arzûlarına râhat bir şekilde kavuştukları hâlde, diğer bir deyişle, ‘yedikleri önlerinde, yemedikleri arkalarında’ iken, öyle bir zaman gelmektedir ki, bütün bunlar bir mânâ ifâde etmemeğe başlamakta ve yeni yeni arayışlara girişmektedirler. Gerek bizde ve gerekse gelişmiş kabûl edilen Batı ülkelerinde bu tür hâdiselere hiç de az tesâdüf olunmamaktadır. Bu durum, insanın bir de rûhî veyâ mânevî yönü bulunduğunu göstermektedir. O yön, dünden bugüne nasıl tatmin olmuş ise, yine aynı şekilde tatmin olmak istemekte, aksine dayatmalara râzı olmamakta, tepki göstermektedir. Hele bir de mesele îman meselesi olunca, durum büsbütün değişmekte, bu dünyânın ötesini, âhireti düşünen ve hesâba katan insanlar için, öteyi dikkate almayan sosyal, beşerî ve hukûkî münâsebetler, îman ehlini çileden çıkarmaktadır. Bu tür hâdiseler karşısında, sosyal psikolojiyi dikkate almadan, meseleyi yalnızca bir takım kānunlar çıkararak çözmeğe girişmek ve çıkarılan kānunlara direnenleri aforoza kalkışmak, bugün görüldüğü gibi, sosyal ve hattâ siyâsî huzur ve istikrârı sağlamak açısından hiç bir işe yaramamakta, sâdece zâten gerilmiş bulunan sinirleri biraz daha germekle kalmaktadır.

Şu son yıllarda biraz daha şiddetli bir şekilde yaşanan sosyal, kültürel, mânevî ve ahlâkî çöküntü ve huzursuzların temelinde, yıllardan beri birikmiş sıkıntıların, bir noktadan îtibâren su yüzüne çıkması yatmaktadır. Bu sıkıntıların, maddî geri kalmışlıkla fazla ilişkilerinin olmadığı görülmektedir. Nitekim, bugün sosyal kavgalara sebep olan konuların hiç birisi, dikkatli bakılınca görüleceği üzere, münhasıran iktisâdî zaaflardan kaynaklanmamaktadır. Hattâ iktisâdi bakımdan belirli bir seviyeye yükselmiş çevreler, söz konusu tartışmaların içinde daha fazla yer almaktadırlar. Öyleyse, sosyal sıkıntıların her türü ayrı ayrı incelenmeli, değerlendirilmeli ve bunların niteliklerine uygun çözümler aranıp bulunmalıdır.

Binâenaleyh, Millî Mücâdele’nin enine boyuna tartışıldığı ve bu ülkenin hangi şartlar altında kurulduğunun sık sık gündeme getirildiği şu günlerde, asıl ihtiyâcımız olan şeyin yeni bir kuvâ-yı milliye rûhu olduğu ve bu rûhu harekete geçiren muharrikin ise İslâm’dan başkası olmadığı bilinmelidir. Bundan yetmiş küsûr yıl önce Anadolu’yu dört bir taraftan kuşatmış, vatının harîm-i ismetine kadar ilerlemiş bulunan düşmanları bu topraklardan söküp atan irâdenin ardındaki mâneviyat desteğini görmezden gelmek, en hafif ifâdeyle küfrân-ı ni’met olur.

Bu sebeple, bugün İslâm’ın adı işitilince, tüyleri diken diken olan, onu boğmak için kahraman kesilen ve yeniden bir kuvâ-yı milliye hareketi başlatmaktan dem vuranların, öncelikle kuvâ-yı milliyenin dayanaklarını iyi öğrenmeleri gerekir. Yeni bir kuvâ-yı milliye hareketi başlatmak isteyenlerin, evvelâ bir kuvâ-yı milliye rûhu ve îmânı taşımaları lâzımdır. Bugün bu ruh ve îmânı, bütün medya aracılığıyla karanlık-aydınlık edebiyâtı yapanlarda bulmak mümkün değildir.

Kezâ, böyle bir rûhu taşımayanlardan oluşan bir kalabalığın, yeni bir kuvâ-yı milliye hareketi başlatması ve bunu netîceye ulaştırması ise bütünüyle ihtimal dışıdır. Mehmed Âkif’in ifâdesiyle, ‘Allâh, bu milleti bir daha öyle bir durumda bırakmasın!

___________

(*) Bu yazı, daha önce şurada yayımlanmıştır: Türk Yurdu, XVII/122 (Ekim 1997), s. 11-13.

(**) Hacettepe Üniversitesi, Edebiyat Fakültesi, Tarih Bölümü Öğretim Üyesi.