Yayınlarım...

Popüler Yazılarım-15                                                                    Prof. Dr. Fahri UNAN

Sayfa Sonuna Git

ÇANDIR’DA ŞAH SULTAN HÂTUN TÜRBESİ veya GERÇEĞİN ÖTEKİ YÜZÜ*

Müslüman Türk milletinin îmân ve kültür târihinde mezârların ve mezârlıkların müstesnâ bir yeri vardır. Bilhassa büyük kültür merkezlerimizde bulunan geçmişi eski mezârlıklarımız gezildiğinde, bu husûs daha açık bir şekilde görülür. Ekseriyetle bir yeşil cümbüşü içinde bizleri karşılayan bu dünkü dirilerimizin mekânları, bugünkü diri­lerimizin yarınki durak yerleri olarak, korkudan ziyâde, ebedî dünyâya geçişin değişmez kapısı sıfatıyla kendilerini gösterirler. Burada yer alan ve biribirlerinden oldukça farklı yapılışlarıyla, üzerlerinde sergiledikleri hikmet-âmiz söz ve şiirlerle mezâr taşları, daha yanlarına yaklaşmadan, bizlere mutlak hakîkati fısıldamağa, bu dünyâda can ve ruh ta­şıyan her mahlûkun istisnâsız tadacağı ölüm gerçeğini ve öteki dünyâ hakîkatini hatırlatmağa, ona göre âhiret azığımızı hazırlamamız gerektiğini haykırmağa başlarlar. İna­nan insan için bundan daha tabiî bir şey düşünülemez. Fakat, fânî olarak bildiğimiz dünyâ gerçeğinin, hayat ve maîşet denen bir başka yüzü daha vardır ki, bu çok tabiî olan şeyi, ölümü, düşünmekten bizi alıkor. İşte onun içindir ki, îmânımız ve kültürümüz, bize zaman zaman mezârlıkları gezmemizi, bir vakitler yeryüzünde gurûrla ve azametle gezenlerin âkıbetlerinin ne olduğunu kendi gözlerimizle görmemizi öğütler. Bir mezâr taşındaki şu sözleri başka nasıl yorumlayabiliriz:

Ziyâretden murâd hemân bir du'âdır,

Bugün bana ise, yarın sanadır.

Hayâtın püf noktası belki de işte bu “Bugün bana ise, yarın sanadır” mısra’/cümlesinde gizlidir. Öyle ya, dünyâ evi bir misâfirhâneden başka nedir ki? Kim kalmış bu dünyâda?

Bir türbede rastlanan şu manzûm ifâde, işte bu hakîkati fısıldar:

Dâr-ı dünyâ bir misâfir-hânedir,

Bir mukîm âdem bulunmaz tekke-i eflâkde.

Bu satırları niçin yazıyoruz?

Bu yazıyı okuyanlar, şimdiye kadar, şüphesiz, defalarca kabristanlara gitmişler ve sayısız mezâr taşlarında, yukarıda örnek olarak zikrettiğimiz beyitlere benzer pek çok manzûm parça görmüş ve okumuşlardır. Bu, gâyet normaldir; pek tabiî olarak biz de okuduk. Fakat, Yozgat’ın yeni ilçelerinden Çandır’da, bir kabristan ortasında bulunan Şah Sultan Hâtun Türbesi’ni ve bu türbenin üst kat kapısı üzerine yüzyıllardan beri ziyâretçiler tarafından yazılan mebzûl mikdârdaki hikmetli manzûm parçaları görünce, doğrusunu söylemek gerekirse, son derece mütehassis olduk ve dünden bugüne insanımızın ölüm karşısında kapıldığı duyguların ürünü olan bu manzûm parçaları sizlerle paylaşma ihtiyacı hissettik. Zîrâ, Şah Sultan Hâtun Türbesi’nin üst kat kapısı üzerinde bulunan şu kelâm-ı kibârda da dile getirildiği veçhile, duygularımızı eğer yazıya geçirmez isek, kısa bir süre sonra uçup gidecek ve belki de bir daha aynı duygulara kapılmamız, istesek bile, mümkün olmayacaktır:

“El-hatt bâkî ve'l-ömr fânî, el-abd âsî ve'r-Rabb âfî.”

Evet, hiç şüphe yok ki yazı kalıcıdır, ömür ise geçicidir; fakat beşer olmaktan kaynaklanan bir zaafla kul ekseriyetle isyânkârdır; bu isyânkârı yaratan ve besleyip büyüten (Rabb) ise, her şeye rağmen affedicidir... Bu gerçeğin asırlar ötesinden asırlar ilerisine fısıldanması, ancak taş üzerine kazılması ile mümkün olabilmiştir; böyle bir hâdise ve böyle bir an’ane, kim bilir belki de sâdece bizim kültürümüzün ve îmânımızın başarısıdır. Dolayısıyla gören gönül ve düşünen dimâğ için, bu ne müthiş bir derstir.

***

Bu kısa girişten sonra, şöyle bir sorunun sorulması mümkündür: Peki, yukarıda adı geçen Şah Sultan Hâtun kimdir?

Şah Sultan Hâtun, Dulkadırlı Şeh Suvar Beğ (1467-1473)’in kızı ve Dulkadır hükümdarı Alâüddevle Beğ’in oğullarından Şah Ruh Beğ’in eşi idi. Kocası Şah Ruh Beğ, aynı zamanda amcasının oğlu idi ve oldukça mâcerâlı bir hayat yaşamıştı. Faruk Sümer, kendisi ile ilgili olarak şu bilgiyi verir:

Şah Ruh Beğ ... Dulkadır hükümdarı Alâüddevle Beğ’in oğullarından biridir. Şah Ruh Beğ Osmanlı Memlük harbi (1485-1490) esnasında, Osmanlılar tarafından desteklenen amcası Şah Budak’ın 894 Rebiülâhirinde (1489 Mart) yaptığı bir baskında tutsak olup gözüne mil çekilmiş ise de bu, görmesine engel teşkil etmemişti. Şah Budak bu başarısını müteakib Alâüddevle Beğ ile karşılaştı. Fakat yenilip kaçtı ve yardımcı Osmanlı kuvvetleri kumandanı Mihal oğlu İskender Beğ de savaş meydanında kaldı. Şah Ruh Beğ’in, babasının bu parlak zaferi üzerine kurtulduğu tahmin edilebilir. Bundan sonra Çandır’ın az kuzey doğusundaki Kozan köyünde oturan Şah Ruh Beğ Boz Ok’da ... bir takım eserler vücuda getirdi.

“Osmanlı-Memlûk savaşından sonra Alâüddevle, II. Bayezid ile münasebetlerini düzeltmeye çalıştı. Hatta bu maksatla 1500 yılında Karaman oğullarından Mustafa’nın tenkili için, Osmanlı kuvvetlerine yardım etmek üzere, Şah Ruh Beğ kumandasında asker gönderdi. Bir yıl sonra, Şah İsmail, Safevî devletini kurdu (1501). Ak Koyunlu hükümdarı Elvend Mirza’nın ölümü üzerine (911 yılı sonu: 1505), Alâüddevle Ak Koyunlu Göde Ahmed Beğ oğlu Zeynel’i, başında kardeşi Abdürrezzak ve kendi oğulları Şah Ruh ve Ahmed beğlerin bulunduğu bir ordu ile birlikte Âmid’e gönderdi. Şah Ruh Beğ, Urfa ve Mardin’in ele geçirilmesinde başarı gösterdi. Bu hadisenin 911 (1505-1506) yılında olduğu anlaşılıyor. Şah İsmail’in 913 (1507) yılındaki Dulkadır seferinin bununla ilgili olduğunda şüphe yoktur. Aynı yıl içinde, Alâüddevle Beğ Âmid (Diyarbakır) hâkimi Musullu Kayıtmaz Beğ’in kendisine tâbi olacağını bildirib yardım istemesi üzerine oğulları Saru Kaplan (asıl adı Kasım) ve Erduvana beğler kumandasında Âmid’e bir ordu gönderdi. Fakat Alâüddevle Beğ’in oğulları Şah İsmail’in Diyarbekir valisi Ustacalu Muhammed (Han) tarafından yenildi. Tutsak alınan Saru Kaplan ve Erduvana öldürüldüler (913= 1507-1508). Alâüddevle Beğ intikam almak için diğer oğulları Şah Ruh ve Ahmed kumandasında ikinci bir ordu sevk etti ise de bu ordu da yenildi ve esir alınan Şah Ruh ve Ahmed beğler öldürüldüler (914= 1508-1509).”

Yukarıda adı geçen Şah Sultan Hâtun, işte böyle bir şahsiyetin hanımı idi. Babası ve amcası hükümdar olmaları hasebiyle, pek tabiî olarak saraylarda yetişmişti; bu saraylı hâtunun medfûne olduğu şâhâne türbe ise, yaptırdığı zarif âbideden kendisini çok sevdiği anlaşılan Şah Ruh Beğ’in eseridir[1].

Bu yılın (1997) Ağustos-Eylül ayı içinde Yozgat ve çevresine yönelik olarak gerçekleştirilen inceleme gezimiz sırasında, önceden Çayıralan’a bağlı iken artık müstakil bir ilçe hâline gelmiş bulunan Çandır’daki bu türbeyi de ziyâret etmiştik. Türbenin üst kat kapısı üzerinde en eskisi hicrî 983 (mîladî 1575) târihini taşıyan ve yüzyıllar içerisinde burayı ziyâret edenler tarafından yazılmış olan pek çok hikmetli manzûm parçaları görünce, yukarıda kısaca satırlara döktü-ğümüz duygulara kapılarak, bunları teker teker kaydetmek istedik. Ne var ki, hepsini tam olarak yazıya geçirmemiz mümkün olmadı. Çünkü, yazıldıkları zamandan günümüze yüzlerce yıl geçmiş, dolayısıyla akıp giden yıllar ya bir kısmını tahrip etmiş veya günümüzün ziyâretçileri, yâhut çevredeki çocuklar tarafından -pek muhtemeldir ki- ne olduğu bilinmeden silinmiş, karmakarışık hâle getirilmişti. Buna rağmen, bu manzûm parçaların hiç değilse, tam olarak tesbit edebildiklerimizi sizlerle paylaşmak ve bu vesîleyle kültür ve inanç dünyâmızın his ve hüzün dolu bir cephesine dikkatleri çekmek istedik. İlk bakışta, taş üzerine çizilmiş bir kaç satırdan başka fazla bir şey ifâde etmezmiş gibi görünen bu manzûm parçalarda biz, inanç dünyâmızı şekillendiren, yüzyıllar geçmiş olmasına rağmen değerinden hiç bir şey kaybetmeyen ve bir o kadar yıl daha geçse yine aynı değeri taşıyacak olan hakîkat pırıltıları gördük.

***

Bizim insanımız, dirisine olduğu kadar ölüsüne de sâhip çıkan bir kültür ve geleneğe mensûptur. Dolayısıyla, uğradığı bir mezârlıkta el açıp Allâh’a niyâzda bulunmak, onun hareketlerinin belki en sıradan ve en alışılmış olanıdır. 1163 (1749-50)’te Şah Sultan Hâtun türbesini ziyâret etmiş olan ve kendisini “el-hakîr el-fakîr” kelimeleriyle tavsîf eden Hisarcık köylü Hamza:

İlâhî bu makâmın sâhibi dâ'imâ sa'îd olsun,

Girüp cennet sarâyına cehennemden ba'îd olsun.

duâ ve temennîsinde bulunurken, hiç şüphesiz, içinde büyümüş olduğu kültür atmosferinin gereğini yerine getirdiğine inanmakta idi. O, kendisinden önce bu dünyâdan göçmüş bir insanın ebedî sa’âdete erişmesini, cehennemden uzak olup cennete girmesini Allâh’tan dilerken, kendisi için de bir gün aynı temennînin edileceğinin gönül huzûru içerisinde idi. Binâenaleyh, Kayseri’li “el-hakîr el-fakîr Muhammed ibn Ali”, 1129 (1716-17)’da,

Rûh-ı mevtâyı göricek, gel elin aç,

Bir gün olasın sen de du'âya muhtâç.

diye duâ ederken, aynı şeyi düşünmekte değil midir? Bir mezâr görünce ellerin havaya kaldırılmasını ve dudakların kıpırdatılmasını sağlayan şey, gücünü “bugün sana ise yarın banadır” inancından almakta değil midir?

Ey dil-i dîvâr-ı kubbe, şâhid ol îmânıma,

Cân u dilden bendeyim ben Hazret-i Subhânıma.

veya, birazcık farklı bir şekilde de olsa:

Ey dil-i dîvâr, şâhid ol îmânıma,

Cân u dilden bendeyim ben ol ulu Subhânıma.

diyerek taş duvarları îmânına şâhid tutan, kendisinin Yüce Yaradan’a cân u gönülden kul olduğunu mırıldanan dil, bu dünyâda bâkî olmadığının, bir gün kendisinin de taş ve toprak altına gireceğinin şuurunda ve farkında olan bir müminin havfını ifâde etmekte değil midir?               

Ölüm... Muhakkak ki, son derece büyük bir hâdisedir. Îmânımız ve kültürümüz onu emr-i azîm, ‘büyük bir iş/şey’ olarak görüp târif eder. Fakat, insan kendi yakınlarını kaybetmedikçe, acısını bizzat tatmadıkça, ölüm karşısında yine de yeterli hassâsiyeti gösteremez. Bu, belki de insanın tabiati îcâbıdır. Mezârları ve mezârlıkları ziyâret edişimiz, her ne kadar ölümü hatırlamak, bir gün bizim de buraya geleceğimizi akletmek için bir vesîle olarak değerlendirilse bile, onu lâyıkı veçhile anladığımız söylenebilir mi? İşte bu sebepledir ki, Şah Sultan Hâtun’un türbesini ziyâret eden ve adı meçhûlümüz olan, bugün kendisi de aynı âhiret âlimine göçmüş bulunan insan, orada yatan merhûmenin dilinden:

İbretile nazar itse mezârım taşına,

Ne idüğin bilemez, tâ gelmeyince başına.

demektedir. Hakîkat de bu değil midir? Her gün, hepimiz bir vesîleyle bir ölüm hâdisesine şâhit oluruz. Omuzlardaki bir tabut veya salaca, bize “Allâh rahmet eylesin!” dedirtir; o sırada gülümsüyor isek, tebessümlerimiz dudaklarımızda donuklaşır. Veyâ, gayrete gelir, koşar, o tabutun yâhut salacanın bir ucundan da biz tutarız... Daha ilerisi?... Daha ilerisini insan olan bizden beklemek mümkün değildir. Hayır-duâda bulunabiliriz; bir Fâtiha okuyabiliriz; veyâ, “Allâh yakınlarına sabır versin!” diye mırıldanabiliriz. İşte, o kadar... Yapabileceğimiz fazla bir şey yoktur. Meselâ, feryâd u figân etmeyiz; âh u vâha kalkışmayız; gözlerimizden iki damla yaş nâdiren dökülebilir. Fakat, o tabutta veya o salacada yatan eğer yakınlarımızdan birisi olsa, aynı şekilde mi davranırız?... Hakîkat budur işte... Ölümün “ne idüğin”i başımıza gelinceye kadar bilemeyiz. Böyle bir durumdaki bilgimiz bile sathîdir. Onu ancak bizzat tadınca lâyıkı veçhile anlarız; esâsen, bizzat tadacağımızı da çok iyi biliriz. Zîrâ, bu durumu bize Allâh haber verir: “Her nefis muhakkak ölümü tadıcıdır.” Bu hakîkat, Şah Sultan Hâtun’un türbesinde şu mısra’larla ifâdesini bulmuştur:

Ecel kassâbının kimse,

Amân bulmaz nacağından.

Ne denlü pehlivân olsa,

Atar anı kuşağından.

Evet, ecel kasabının elinden, doğmuş olan hiç kimse kurtulamayacaktır. İnsanın ağa, bey, paşa, pâdişâh, sultân, zengin, fakir, hür, esîr hattâ peygamber olması hiç fark etmemekte; binlerce yıldır bu dünyâyı ziyâret eden her sınıftan insan, mutlakâ ve mutlakâ tekrâr göçmekte; sınırlı vaadesini doldurduktan sonra, istese de istemese de “irciî” (=dön!) emrine karşı gelememekte; cihângirler ve cihân pehlivânları, nefeslerini Azrâ’il denen meleğe kuzu kuzu teslîm etmektedir. Ancak, insan olan insanın, bu hakîkatin şuurunda olması, ma’rifet erbâbı olması lâzımdır.

Ehl-i irfân meclisinde eyle kesb-i ma'rifet,

Câhile yâr olma kim, nâdân olursun âkıbet.

mısra’larını Şah Sultan Hâtun türbesinin taşları üzerine yazan kalemin sahibi, bu hakîkatin şuurunda olunabilmesini, ârif insanların meclisinde kazanılacak ma’rifete bağlamaktadır. Bu ma’rifet, yaratılışın, dünyâya niçin gelindiğinin bilgisidir; Hakk’ın bilgisidir; insanın başı boş yaratılmadığının ve yaptıklarından mes’ûl olacağının bilgisidir. İnsan, kendisine bu bilgiyi saylayacak zeminlerde bulunmalıdır. Hakîkatten habersiz (=câhil) olanla düşüp kalkan da tıpkı onun gibidir; onun gibi sonunda pişmân olur. Ma’rifet, başka bir ifâdeyle hayâtın sırrının ve hakîkatin bilgisi, bizi irfân sâhibi kılacaktır. Bu irfân ise, bize kimseye yâr olmayan, kimsenin ebedî kalmadığı dünyâda ulaşılan şeylerle öğünmenin mânâsızlığını öğretecektir.

Kimliğini bilmediğimiz bir ârif, bir hükümdar namzedinin hanımı, bir devletlü kızı ve bir hükümdar gelini olan Şah Sultan Hûtun’un türbesinde bu duygulara kapılmış olmalı ki, yüzyıllar gerisinden şöyle seslenir:

“Tefahhur etme libâs-ı fahrile ömrüm cihândır bu,

Kabâ-yı cismini koyar bunda herkes, câygândır bu.”

Öyle yâ, bu fânî âlemde, dünyânın kuruluşundan bu güne kadar kimse kalmadığına ve herkes burada elde ettiği şan ve şevketi, servet ü sâmânı yine burada bırakarak gitmek mecbûriyetinde kaldığına, yarın biz de aynı duruma düşeceğimize göre, bugün bulunduğumuz mevki’ ve makâm ile, elde ettiğimiz servet ü sâmân ile niçin övünelim? Yarın, başkalarına bırakacak olduğumuz şeylere bakarak bugün niçin gurûr ve kibire kapılalım? Hakîkat, üzerinde zihin yorduğumuz sır, esasta bu değil midir?

Şu hâlde, Şah Sultan Hâtun’un türbesine 1001 (1592-93) târihinde:

“Bir elif ile üç mim gördüm hele,

Bir elif ile üç mim gelse dile,

Bir elif ile üç mim gelmez dile,

İki ârif gerek âlemi bile.”

mısra’larını yazan kişi, acabâ neyi düşünüyordu? Bir elif (harfi) ve üç mim (harfi) acabâ neyin veya nelerin remzi, sembolüdür? Bilemiyorum... Kim bilir, bu sırrı çözmek için belki de âlemi bilen “iki ârif gerek”tir; zîrâ, ma’rifet sâhibi ancak odur. Bu sır, acabâ “âlemin bilinmesi” midir? Hilkat’in sırrı mıdır?... 1114 (1702) yılından bugüne:

Dâr-ı dünyâ hoşdur ammâ, âkıbet mürd olmasa,

Zevk-i cennet hoşdur ammâ, şiddet-i nâr olmasa.

diye seslenen kişi, acabâ bu sırrı mı ifşâ etmektedir? Öyle yâ, dünyâ evinin zevk ü safâsı hoştur; fakat buna aldanmamak gerekir; zîrâ sonunda ölüm vardır; dünyâyı cennet olarak görmemeli, onun zevki ile âhireti, şiddet-i nârı unutmamalı; dünyânın bir misâfir-hâne, bir imtihân-hâne olduğunu bilmelidir. Çünkü:

Dâr-ı dünyâ bir misâfir-hânedir,

Göç yarağun görmeyen dîvânedir.

Bir misâfir-hâne olan bu dünyâda, göç hazırlığını görmek, âhiret yolculuğu için lâzım olacak silâhları (=yarağ) tedârik etmek lazımdır. Çıkılacak çetin yol için gerekli hazırlığı yapmayan kimse, ancak deli (=dîvâne)dir.

Şah Sultan Hatun türbesinde rastladığımız şu beyit, türbenin maddî niteliğini öne çıkarıyor ve onu tâmir edenin rahmete lâyık olduğunu; tahrip edenin ise lânete uğrayacağını ifâde ediyor olsa bile, aynı beyti daha umûma ve mânevî cihete teşmîl etmek de pekâlâ mümkündür:

Bu hâneyi ta'mîr eden lâyık olur rahmete,

Vakfını ibtâl edenler, lâyık olur la'nete.

Evet, içine doğduğu dünyâyı yerli yerine koyan, ona lâyık olduğu şekilde yaklaşan; onu kendi yaratılış hikmetine göre değerlendiren, kısaca âleme insan olarak gelip insan olarak giden ilâhî rahmete lâyık olur; aksine davranarak etrâfını kendisinden bîzâr eden, herkese ve her şeye zararı dokunan ise, ancak ve ancak la’nete müstahak olur.

Binâenaleyh ölüm... Hilkatin bir gerçeğidir. Severiz, seviliriz; üzeriz, üzülürüz, koşarız, güleriz, çalışır çabalarız, eğleniriz ve bir gün olur göçüp gideriz. Şah Sultan Hâtun türbesine şu beyti yazan kişi de, hiç şüphesiz, aynı şeyi düşünüyordu:

Âlemde gam kişiye demâdem gelür gider,

Âdem var ki âleme hurrem gelür gider.

İnsanoğlu, kıyâmete kadar dünyâya gelip gidecektir; mühim olan bu değildir; ama, insan o insandır ki, “âleme hurrem [şen, şakrak, neşeli, sevinçli, mes’ûd] gelür gider.” İnsan, doğarken kendisi ağlayarak doğar, ölümünde şu veya bu şekilde ardından başkaları ağlar. Onun, âlemden gülerek, neşeli gitmesi, ancak dünyâ imtihânını kazanması ve ilâhî huzûra alnı açık varacağını bilmesi ile mümkün olur. Bunu başarana er kişi derler.

Şu hâlde, âleme hurrem gelip gidenlerden olmak ve er kişi safında yer alabilmek için, mezârlarımızın ve mezârlıklarımızın, yanlarından gelip geçerken fısıldadıklarına kulak kabartmalıyız. Bu âlemde bizler murâdımıza eremesek bile:

Nâ-murâdımızın murâdı içün,

Fâtiha okuyan ber-murâd olsun.

diyebilmeliyiz. Gerçeğin öteki yüzünü görebilmeliyiz. Değil mi ki, aynı duâya gün gelecek bizler de muhtâç olacağız!...

***

Yukarıda gözden geçirdiğimiz beyitlerin yazılışlarının üzerinden yüzyıllar geçmiş olmasına rağmen, bugün değişen ne var? Mezârların veya mezârlıkların karşısında kapıldığımız duygularda, kendimizi içerisine düşmüş hissettiğimiz çâresizlik, hüzün ve hassâsiyet husûsunda bugün ecdâdımızdan çok mu farklı durumdayız? İçinde yaşadığımız ve daha ziyâde modern teknolojinin eseri olan kargaşa ve gürültü hengâmının, bugün bizi daha fazla dünyevî düşünmeğe mecbûr ve mahkûm ettiği hakîkatini bir tarafa bırakırsak, dünle bugün arasında fazla bir şeyin değişmediğini ve hele ölüm karşısında yoğunlaşan duyguların dünden bugüne o kadar da farklılaşmadığını düşünüyoruz. Delîlimiz nedir?... Ortada değil mi? Yazımızın başından buraya kadar sizlerle paylaştıklarımızla ecdâdımızın ölüm karşısında hissettikleri biribirinden sâhiden çok mu farklı idi?...

Binâenaleyh, dünden bugüne değişmediğini zannettiğimiz kültür, his ve inanç dünyâmızın, aynı zamanda milletimizin mâşerî vicdânının da müşterek sesini temsîl ettiğini ve bu müşterek sesin ilâ-nihâye sürdürülmesinin, ebediyyen pâyidâr olmamızın teminâtı olduğunu düşünüyoruz.

_______

* Bu yazı daha önce şurada yayımlanmıştır: Sürmeli, Sayı 2 (Kış 1997), s. 19-21

[1] Türbenin mîmârî husûsiyetleri hakkında, sanat târihçimiz Hakkı Acun’un “Yozgat ve Yöresi Türk Devri Yapıları” [Vakıflar Dergisi, XIII (Ankara 1981), s. 654-655] adlı çalışmasından teferruatlı bilgi edinilebilir; Şah Sultan Hâtun’un kocası Şah Ruh Beğ ile kayınpederi Alâüddevle Beğ’in Yozgat ve yöresinde yaptırdıkları eserler ile oynadıkları rol ve Osmanlılarla ilişkilerine dâir ise, Faruk Sümer’in “Bozok Tarihine Dair Araştırmalar, I” [Cumhuriyetin 50. Yıldönümü Anma Kitabı, Ankara 1974, s. 337-342] adıyla yayımlanan incelemesine bakılabilir.