Yayınlarım...

Popüler Yazılarım-17                                                                    Prof. Dr. Fahri UNAN

Sayfa Sonuna Git

BİR TERCÜME VE CUMHURİYET’İN 75. YILINDA TÜRKÇEMİZ*

Türkiye Cumhûriyeti’nin kuruluşunun 75. yıldönümünü milletçe kutlarken, dikkatimizi çeken ve yaklaşık yüz elli yıldan beri kanayan bir yara olarak varlığını sürdüren kültür meselelerimizden birisi de dil meselesidir. 1860’larda başlayan bu mesele, aradan bu kadar uzun bir zaman geçmiş olmasına rağmen, ne yazık ki, hâlâ mâkul ve mantıkî bir netîceye ulaşamamış; yakın bir gelecekte de ulaşacağa benzememektedir. Bugün, Türkiye’de muhtelif kesimlerin dille ilgili -maalesef- farklı tercihleri bulunmaktadır; bu durum ise üzerinde anlaşılacak “asgar-ı müşterek”lerin, oluşturulmasını veya tesbit edilmesini engellemekte, meseleyi içinden çıkılmaz hâle getirmektedir. Buna bir de dil cehâletinin yol açtığı umursamazlık ve vurdumduymazlık eklenirse, meselenin vahâmeti daha iyi anlaşılır. Bugün eli kalem tutan hemen herkesin, kendine has bir kelime dağarcığı mevcuttur. Bu “kendine has”lık, eğer üslûb ve inşâ hususunda olsa, bunu bir mesele, bir sıkıntı kaynağı olarak görmek gerekmez, dilde ifâde zenginliğine ve renkliliğine bağlanır; tenkit değil, teşvik edilmesi gerektiğini söylenirdi. Halbuki mesele bu kadar basit değildir.

Dil konusu, ele alınması gereken bir mesele olarak ortaya çıktığı günlerden bugüne kadar, bizce ideolojik bakış açılarının tasallutundan kurtulamamış, bilakis kültürel tercihlere göre yaklaşılan bir konu hâline getirilmiştir. Dil meselesine, bugüne kadar kıyısından köşesinden karışanları harekete geçiren en ehemmiyetli sâik, öyle görülüyor ki, ilmî endîşeler değil, bilakis müdâfaa olunan ideolojiler veya dünyâ görüşleridir. Türkiye’de, dil meselesinin bir medeniyet değiştirme (Batılılaşma da diyebiliriz) arzûsu ile aynı zamanda ortaya çıkmış olması, bunun en bâriz delilidir. Bir medeniyet dâiresinden çıkıp başka bir medeniyet dâiresine girmek isteyenlerin, bu arzûnun önünde en büyük engel olarak mevcut kültürü gördükleri ve dolayısıyla bu kültürü bertaraf edebilmek için, onun fiilen taşıyıcısı durumundaki dile müdâhaleye kalkıştıkları rahatça ileri sürülebilir. Bu durum, zaman içerisinde keyfî ve cebrî bir hâl alacaktır. Yakın târihimizin dille ilgili tartışmaları ve bu hususta ileri sürülen görüşler anahatlarıyla gözden geçirildiğinde, bu fikrin basit bir iddiâ olmadığı kolayca görülebilir. Hakîkaten, bu mesele, Tanzîmât döneminde milleti Batılılaştırma düşüncesinin bir parçası olarak ortaya çıkmış ve bugüne kadar da öylece devâm etmiştir.

Burada başlangıçtan îtibâren görülen dille ilgili münakaşaları, oluşan tarafları, bunların fikirlerini gözden geçirmek düşüncesinde değiliz. Ancak kısaca ifâde etmek gerekirse, Türkçe’nin 1920’lere kadar süren sâdeleşme meselesinin seyrine bakıldığında, bu işin bu târihlerde artık tamamlanmış olduğu görülür. Bu târihlerden sonraki gelişmeleri ise, daha ziyâde, Türkçe’yi içinde beslendiği millî ve mânevî kültürümüzün temel değerlerinden tecrit etmek olarak görmek ve değerlendirmek mümkündür. Çünkü, bu târihlerden îtibâren bilhassa edebiyât dilinin bundan böyle tabiî hâline bırakılması gerekiyordu. Zîrâ, sâdeleşmiş yeni yapısıyla Türkçe, artık Reşat Nuri, Falih Rıfkı, Yakup Kadri, Halide Edip, Orhan Seyfi, Yusuf Ziya Ortaç, Halit Fahri Ozansoy, Enis Behiç, Faruk Nafiz Çamlıbel gibi yazar ve şâirlerin elinde rahatça güzel, sâde ve akıcı eserler verebilecek bir kıvâma ulaşmış bulunuyordu. Bu güzel Türkçenin başına gelen asıl büyük felâket, 1930’lu yıllardan başlamak üzere, daha sonraki dönemde vukû’ bulacak, cebrî ve çoğu zaman kasdî müdâhaleler dilimizin bugünkü perişan hâline zemin hazırlayacak ve arı dilcilik batağına saplanılacaktır.

Arı dilcilik adına Türkçe’ye en büyük darbenin vurulduğu dönem ise, 1930’lu yıllarda başlar. 1932’de Dil İnkılâbı gerçekleştirilmişti. 1938 târihli Türk Dili Bülteni (sayı 3, s. 31-32)’nde, bu inkılâbın gâyesinin, “Türkçemizi, muâsır medeniyetin önümüze koyduğu bütün ihtiyaçları karşılayacak bir mükemmelliğe erdirmek”; “Türk dilini fakirleştirmek değil, zenginleştirmek, ilkel basitliğe götürmek değil, en geniş kültür mefhumlarına erdirmek” olduğu belirtilir. Halbuki, 1936’ya kadar, arı Türkçeciliğin en aşırısı denenmiştir, deyim yerinde ise târihin mezârlığında girişilen hafriyat çalışmaları netîcesinde elde edilen arkaik Türkçe kelimelerle yeni bir dilin kelime hazînesi oluşturulmağa çalışılmıştır.

Bu çalışmaların içerisinde bizzat -bugün 75. kuruluş yıldönümünü kutlanmakta olduğumuz Cumhûriyet’in bânîsi Mustafa Kemâl Atatürk de yer almıştı. Onun, 1936’dan önce bir süre bizzat denediği öztürkçe veya arı dil hareketinin bir “çıkmaz yol” olduğunu gördükten sonra, bu târihten îtibâren bu çıkmaz yolu terk ettiğini, 3 Ocak 1954 târihli Dünya Gazetesi’nde kendisinin en yakınlarında bulunanlardan Falih Rıfkı Atay haber verir.

Ne var ki, gerçekte söz konusu deneme orada kalmadı. Bu defa başka bir arayış içine girildi; ifrattan tefrite dönüldü ve gûyâ Türkçe’nin istikbâlini kurtarmak adına, netîce îtibâriyle, dünyâdaki bütün dillerin Türkçe’den türediği faraziyesine dayanan gülünç bir iddiâ, Güneş-Dil Teorisi, ortaya atıldı. 1936’dan 1938’e, yâni Atatürk’ün ölümüne kadar, dil konusunda revaçta bulunan ve herkesin harâretle isbâta çalıştığı nazariye budur. Türk Dili Belleten’lerinin bu târihler arasında yayımlanan sayılarında âdet, dakîka, derece, fark, hacim, hâl, hatâ, hesab, huzme, hüküm, ifâde, ihtâr, ilim, meselâ, işâret, kuvvet, mâden ... gibi bir çok kelimenin aslen Türkçe olduğuna dâir sayısız yazı çıkarılmıştı.

1938’den sonra, dilde devrimcilik, diğer bir deyişle Türkçe’yi tahrip çabaları yeniden hız kazandı. Artık, ortada Atatürk gibi, yapılanın yanlış olduğunu anladığında, geri dönecek, geri dönülmesini isteyecek bir otorite de yoktu!

Kezâ, bu yolda ilmin, aklın, mantığın, akl-ı selîmin, dil sevgisinin ve zevkinin de yeri yoktu. Merhum N. Sâmi Banarlı’nın uzun yıllar önce söylediği gibi, “Türkiye’de dil dâvâsı apaçık bir politika dâvâsı” hâline gelmişti. Hele şimdi daha çok meydâna çıkmıştır ki bu dâvâ, üstelik bir sol politika dâvâsıdır.” diyen merhum Banarlı, dilde uydurmacılığın artık münhasıran sol çevreler tarafından sürdürüldüğünü ifâde eder.

Hâlbuki, bir dilin özleştirilmesi, arılaştırılması meselesi, işin gerçeğine bakılacak olursa, milliyetçi bir meseledir; diğer bir deyişle, bu düşünceyi ısrarlı bir şekilde işlemesi gerekenler milliyetçilerdir. Esâsen 1910’lu yıllara gider, Türkçenin sâdeleştirilmesi konusu üzerinde en çok duran, bu hususta ciddî ve ilmî fikirler ortaya atanların çevresinde kümelendikleri Genç Kalemler’i hatırlarsak, vaziyet daha aydınlanmış olur. Genç Kalemler’in yazarlarının hemen hepsi millîci, Türkçü idiler. Oysa, 1938’den sonra aynı meseleyi ele alanlar ve bu hususta olanca güçleriyle çalışanlar, hemen bütünüyle milliyetçi olmayanlardır. Bu da, bu çevrelerin çabalarının kesinlikle Türkçenin ve Türk kültürünün hayrına olmadığı mânâsına gelir. Kanaatimizce bütün maksat, Türkçe’yi, içinde beslenip geliştiği, sayısız kelimeler aldığı ve ifâde gücünün âzamîsini oradan kazandığı müşterek İslâm kültürü dâiresinin mefhûmlarından uzaklaştırmaktır!

Bugün Türkiye’de Türkçe’ye karşı takınılan tavırları, ana hatlarıyla bir tasnife tâbi tutarsak, şöyle bir manzara ile karşılaşırız[1]:

1- Başından beri Türkçenin ve rûhunu İslâm’ın yoğurduğu Türk kültürünün onulmaz hasmı olan, ne yapıp yapıp Türkçe’yi bu kültür iklîminin mefhûmlarından arındırmayı kendilerine misyon edinen, akılları estikçe kelime uydurmaktan zevk alan sol çevrelerin tavırları.

2- Son yıllarda gittikçe artan bir şekilde uydurmacılık hastalığına tutulan ve belki de kendilerini ilericilik ve çağdaşlıkla tavsîf eden birinci grupta yer alanlara şirin gözükmek için, neredeyse onlarla üslûbdaşlığa soyunan, onlarla aynı kelime dağarcığına sâhip olan sözde “İslâmcı”ların tavırları.

3- Dilin ehemmiyetini takdîr etmeyen veya etse bile kendisini böyle bir dil tartışmasının ortasına atmağı gereksiz gören; belki de “şu tarafın” veya “bu tarafın adımı” olmakla ithâm edileceği endîşesi ile dil ve üslûp hususunda, deyim yerinde ise, “nalına da mıhına da vuran”; hem uydurma kelimeleri ve hem de diğerlerini çoğu zaman yan yana kullanan dil zevksizlerinin tavırları.

4- “Milliyetçilik, muhâfazakârlık, millî ve manevî değerlere saygı ve sâhip çıkma” bahis konusu olduğunda, sözle kimseye geçit vermeyen, fakat asîl bir Türkçe’nin kullanımı söz konusu olduğunda bu hassâsiyeti göstermeyen, gösteremeyen bir takım milliyetçi çevrelerin tavırları.

5- Ve nihâyet, Türkçe’nin tahrîbi hareketinin altında, “Türk kültürünün tahrîbi” ve Türkçe’yi, İslâm’ın ve İslâm medeniyetinin ortak malzemesi olan kelimelerden tecrit; bunun yerine Batının sözde laik, fakat gerçekte mayasını Hıristiyanlığın yoğurduğu kültürel değerlerini aktarma maksadının yattığını gören, vurdumduymazlığın ve ihânetin kesâfeti karşısında mâni olma gücü bulunmasa bile, karınca misâli, bu uğurda nefes tüketmeğe azmetmiş bulunan bir avuç insanın tavrı.

***

Arı Türkçecilik meselesinde 1980’lere kadar başı çekenler, yukarıda da bir nebze temas edildiği üzere, Türkçe’nin târihî gelişmesi ile uyumlu bir kelime dağarcığı ile yazılıp çizilmesini baltalamaya çalışanlar, esâs îtibariyle sol çevrelerdi; oysa bu târihlerden sonra, bunlara bir de, kendilerini İslâmcı olarak niteleyen bir zümre katıldı. Bu yazıda, bir kaç örnek metinden hareketle, kısaca, işte bu nev-zuhur çevrenin Türkçe karşısındaki tavırlarına temas edilecektir. Verilecek olan örneklerden, ortaya çıkan bu yeni zümrenin, uydurmacılığın en aşırısını denemekle, neyi elde etmek istediklerini, nereye varmayı hedeflediklerini anlamak, cidden, güçtür.

Türkçe’nin arılaştırılması, diğer bir ifâde ile, dilimizde bulu-nan ve menşe’ îtibâriyle yabancı olan kelimelerin tasfiyesi teşebbüslerinin altında, Türkçe’yi klâsik Türk ve İslam kültürünün maddî ve mânevî değerlerinden uzaklaştırma niyetinin yattığını, en azından 1980’lere kadar devâm eden safhada böyle bir manzaranın bâriz bir şekilde görüldüğünü biliyoruz. Fakat, bugün karşımıza çıkan ve “İslâmcı” olarak nitelen küçük bir çevrenin dilde tasfiye hareketine omuz vermelerini yorumlayamıyor, anlayamıyoruz! Doğrusunu söylemek gerekirse, bunun mantıkla îzâhını bulamıyoruz. Olsa olsa ortada bir rûh hastalığı, Türkçe karşısında duyulan bir paranoya söz konusu olabilir. Çünkü, bulundukları noktanın, kendi ideolojik hesapları ile hiç bir ilgisi kurulamamaktadır.

Bu grupta yer alanları, kelimenin gerçek mânâsıyla “saf” olarak tavsîf etmek mümkün müdür? Bunlar, uzun yıllar birinci grupta yer alanlar, yâni sol çevreler tarafından horlanmanın verdiği aşağılık duygusuyla mı hareket etmektedirler? Acabâ, ‘onların kullandıkları kelimeleri ve üslûbu kullanırsak adam yerine konur muyuz’ vesvesesi söz konusu olabilir mi? Yoksa, birinci grupta yer alırken ihtidâ edip saf değiştiren, ancak yukarıda muhtevâsı belirtilen uydurma dilden başkasını bilmeyen, âmiyâne tâbirle ve deyim yerindeyse ömrü boyunca kuş olarak sâdece kargayı tanıyan kimselerin içinde bulundukları çıkmaz, yâni Türkçe’nin bir kısım Batılı dilcileri bile hayran bırakan güzel yapısından bîhaber bulunma, bu sebeple eski üslûbun ayniyle devâm ettirilmesi mi söz konusu? Bu grupta yer alanlar, kendilerine misyon olarak İslâm’ı müdâfaayı, bir bakıma mücâhidliği seçtikleri hâlde, iddiâlarıyla tezâda düşercesine, savundukları dünyâ görüşünü ortadan kaldırmak için and içmiş bulunanlarla aynı dilden konuşmaktadırlar. Bu çevrelerin bilhassa yabancı dillerden Türkçe’ye aktardıkları İslâm’la ve İslâm dünyâsı ile ilgili muhtelif konuların işlendiği eserlerin dil açısından tedkiki, durumun vahâmetini göstermesi bakımından fevkalâde üzüntü vericidir.

Meselâ, Yeni Şafak gazetesinde köşe yazarlığı da yapan Hakan Arslan’ın Marshall Sahlins’dan çevirdiği Tarih Adaları (Islands of History) adlı eserini bu açıdan ele aldığımızda, karşımıza cidden üzücü bir manzara çıkmaktadır. Kitabın baş tarafında yer alan bir açıklamadan öğrendiğimize göre, Hakan Arslan, çevirdiği kitapta öyle kelimeler kullanmış ki, yayınevi bile müdâhale etme ve bunların bir kısmını ayıklama ihtiyâcı duymuş. Ayıklanan bu kelimelere bâzı örnekler de verilmektedir. Söylen: mit, acun: kozmos, ulam: kategori, aksoylu: aristokrat, tecim: ticaret: sevi: aşk, orun: konum, yasaksevi: ensest, işleysel: mekanik, sıradüzen: hiyerarşi, çizge: çerçeve, anamalcı: kapitalist...

Hakan Arslan’ı tanımayız; ancak Yeni Şafak’taki yazıları ile, bu çeviride kullandığı dil karşılaştırıldığında, ortaya uçurumlar çıkmaktadır. Türkçe’de ne mânâya geldiği anlaşılamayan cümleler ise, tuhaflığın ve garâbetin üzerine tüy dikmektedir. Rastgele seçilen şu cümlelerden ne anlıyorsunuz:

Kültürel çerçevelerde, anlamları kılgısal açıdan etkin kılındıkça, şu ya da bu ölçüde yeniden değerlendirildiğinden, tarihsel bir düzen tarafından yönetilir. ... İleride Clifford Geertz’in bir olayın genel bir görüngünün benzersiz bir edimselleştirilmesi, kültür örüntüsünün olumsal olarak gerçekleştirimi olduğu yolundaki gözlemini aktaracağım... ” (s. 11);. “Bu, yalnızca, ilkel diye bilinen toplulukların, eskil olana ilişkin evrimci bir bakışa saplanmış antropolojinin ilk dönemlerinin inanmak istediği ölçüde yalıtık olmamasından dolayı da değildir.” (s. 12-13); “Bitişim yapısı ile, kültür kategorilerinin özgül bir tarihsel bağlam içinde kılgısal gerçeklenmesini dile getiriyorum, tarihsel etmenlerin ilintili eyleminde dışa nasıl vurulmuşsa öyle.” (s. 18); “Bitişim yapısı bir kavram olarak, simgesel çekincelerin (örn. Gönderimin taşıdıklarının) ve seçici şeyleşmelerin (örn. Egemen olanlarca gerçekleştirilenlerin) belirleniminde stratejik değer taşımaktadır. (s. 19); “Fiji kralı ortaya hem erkek hem kadın olarak çıkar; kuttörensel ve siyasal doğası çift cinsiyetlidir.- ya da bağlama göre, ya biri ya da ötekidir. Eşsüremli ve görgül bir betim olarak alındığında, onu daha iyi anlamamızı sağlayabilecek pek bir şey yoktur.” (s. 20); “Bütün bunların içinde, yapı ile kılgının Sandwich Adaları tarihindeki eytişimi üzerine başka bir deneme daha saklı.” (s. 31); “Bu bir ortak soy dizgesi olduğundan, kozmosla toplumun çeşitli düzlemleri arasındaki anlamsal bağıntılar yalnızca eğretilemeli ya da fiziksel bir bitişiklik anlamında salt düzdeğişmeceli değildir.” (s. 34); “Kozmik karayıkımı askeri yenilgiyle, bu ikisinin ilkece aynı olduğu düzlemlerde, bilerek birbirine bağlıyorum.” s. 59); “Kanıtın mitik-kılgısal gücü kutsal yörenin, Tane’nin Gök ile Yer’i ilk ayırışını topluluk düzeyinde gerçekleştirirken, insanların yeri kalıt almasını sağlayan edimi yeniden yaratmasıdır.” (s. 75); “Pişirilmiş erkekler yönetici reis tarafından toprağın çiğ kadınlarının karşılığı olarak verilir.” (s. 104); “Böylelikle bu bütünce, çiğ kadınların pişmiş erkeklerle değiştokuşuna dayalı inceden inceye işlenmiş bir döngü oluşturur; ...” (s. 105); “Öznel çekince, eyleyen öznelerin imleri kendi kişisel tasarıları doğrultusunda gözden geçirmeleri olasılığında bulunur.” (s. 152)...

Cümle, başlı başına bir mânâ taşıyan kelimeler bütünlüğü olduğuna göre, yukarıya rastgele alınan cümlelerden ne anlıyoruz? Sırf bu cümlelerden değil, söz konusu kitapta yer alan bütün cümlelerden doğru dürüst bir şey anlaşılmadığını belirtmek mecbûriyetindeyiz. Ne demek, piş erkek, çiğ kadın? Ne demek karayıkımı? Ne demek yeri kalıt alma? Yurt tutma, mesken edinme, yerleşme mi? Eşsüremli ve görgül bir betimi anlamak için okuyucu yanında bir uydurma sözlük mü taşımalı?

Aynı durum, yâni anlaşılmamak için yazmak veya yazmış olmak için yazmak, yine “İslamcı”ların teorisyenlerinden biri gibi davranan Ahmet Çiğdem için de söz konusu. İşte bir cümle: “Moderniteye sırtını çevirmek, modernitenin kapılarını kapatmaktan daha az elverişsiz sayılmamalıdır. Çaresizce kurtuluşunu arayan modern öznenin, bir kere daha akıldan geçmesi, geçerken akılla geçmesinde başka somut bir alternatif var mıdır?” (Bir İmkân Olarak Modernite, İletişim, İstanbul 1997, arka kapak). Ne dedik?!.. daha az elverişsiz olan ne? Modern özne, akıldan nasıl geçecek, akılla nasıl geçecek?!.. Muammâ... Anlaşılmak için okuyucu ne kadar çok zorlanıyorsa, o kadar büyük fikir adamı olunuyor demek ki! Yâhut, “Özel bir tarihsel gelişmenin, özel bir sosyolojik düşünceye, felsefî bir yoruma yol açtığı ve Alman özgüllüğü denilen olgunun, Almanya’nın özgül tarihsel evriminin ve bu evrime karşı alınan tavrın sonuçta özgül bir düşünme biçimine tekabül ettiği ve bu iddiayı doğruladığı fikri, bir tür sosyolojik indirgemecilik riski taşısa bile, onu doğrulayacak ampirik veriler mevcuttur.” (s. 88). Siz, bir şey anlıyor musunuz; yazar, burada ne demek istiyor? Türkçe’mizin kıtlığından olsa gerek, biz anlamıyoruz!

Uzun uzun örnekler vererek, dil zevkinizi bozmak istemiyorum. Ancak, bunları ve benzerlerini, en hafif ifâde ile, kulağın tersten gösterilmesi gayreti olarak değerlendirmek mümkün olmakla birlikte, mesele bu kadar basit değildir. Bu durum, bir rûh hâlinin dışa yansımasıdır: Bu rûh hâli ne kendisi ile, ne de çevresi ve içinde doğup büyüdüğü kültür ile barışıktır; onlarla sürekli kavga içindedir; bu rûhi kavga esnâsında neleri yıkıp döktüğünün de farkında değildir.

Böyle bir yola sapıştan, şöyle bir netice çıkarmak da mümkündür: Türkçe’nin sırtından Türk’e ve Türk kültürüne düşmanlık! İkisi de değilse, yapılmak istenen nedir? Lütfen îzah edilsin...

Binâenaleyh, Cumhûriyet’in îlânının 75. yılında Türk milliyetçiliği üzerine fikir yürütenlerin, burada üzerinde durulan meselenin bir de bu yönünü göz önünde bulundurmaları gerekmektedir.

________

* Bu yazı, daha önce şurada yayımlanmıştır: Türk Yurdu, XVIII/134 (Ekim 1998), s. 119-122.

[1] Bu tasnifin tarafımızdan daha önce yapılmış ve genişçe işlenmiş bir örneğini, Türk Yurdu’nun Ziyâ Gökalp’e hasredilen özel sayısında (XVI/103 (Ankara, Mart 1996), s. 58-73.) bulabilirsiziniz.