Yayınlarım...

Popüler Yazılarım-18                                                                    Prof. Dr. Fahri UNAN

Sayfa Sonuna Git

ATATÜRK VE TÜRK KÜLTÜRÜ*

Modern Türkiye’nin kurucusu Gâzî Mustafa Kemâl Atatürk’ün kültür ve bilhassa Türk kültürü hakkındaki düşüncelerini, bu düşüncelerin temelinde yatan faktörleri kavrayabilmek için, Osmanlı devletinin son bir kaç yüz yıl boyunca yaşadığı siyâsî hâdiseleri kısaca gözden geçirmek gerekecektir. Çünkü, Türkiye Cumhûriyeti, Osmanlı-Türk devletinin kalıntıları üzerine kurulmuştur; Kemâl Atatürk, esâs îtibâriyle, bir Osmanlı paşasıdır; bu devletin mekteplerinde okumuş, bu devletin sosyal, kültürel, siyâsî ve askerî ortamında yetişmiş; dolayısıyla bu devletin son asırlarda karşılaştığı çeşitli sıkıntılar ve problemler, onun düşünce dünyâsını doğrudan etkilemiştir.

Bilindiği gibi, XVI. asra kadar sürekli gelişip yükselmiş olan Osmanlı-Türk devleti, bu asrın sonlarından îtibâren belirgin bir duraklama devresine girmişti. XVII. yüzyıl boyunca girişilen savaşlar, devlete hayli pahalıya mâl olmuş ve onun iktisâdî açıdan bir hayli zayıflamasına yol açmıştı. 1683’teki II. Viyana kuşatmasının başarısızlıkla netîcelenmesinin ardından gelen 16 yıllık uzun ve yorucu bir savaş döneminin sonunda -1699 yılında- imzâlanan Karlofça Antlaşması ile Osmanlılar târihlerinde ilk defa toprak kaybettiler. Bu durum, Osmanlılar için fevkalâde gurur kırıcı idi. O târihe kadar yenmeğe alıştıkları Avrupalılar, diğer bir deyişle gayr-i müslimler önünde mâruz kalınan bu felâket, bir süre sonra Osmanlı yöneticilerini yeni arayışlara yöneltecektir. Lâle Devri olarak bilinen 1718-1730 yılları arısında girişilen sathî yenileşme çabaları, bu arayışların ilk târihî örnekleri olarak karşımıza çıkar. III. Selim’e kadar zaman zaman başvurulan ıslâhat teşebbüsleri, daha ziyâde askerî alanla sınırlı kaldı. Osmanlılar, esas îtibâriyle, Batı karşısında harp meydanlarında başarısız oldukları için, içinde bulundukları çıkmazın çâresini öncelikle askerî sâhada görmüşlerdi. III. Selim zamânındaki Nizâm-ı Cedîd hareketi de öncekiler gibi daha ziyâde Osmanlı ordusunun modernleştirilmesi gâyesini öne çıkarmıştı. 1808 yılında bu hareketin kanlı bir şekilde kesintiye uğraması, meselenin bu kadar basit olmadığı, problemin çok daha derinlerde bulunduğu düşüncelerini öne çıkardı. Bu bakımdan, II. Mahmûd dönemi, köklü ıslâhat tedbirlerinin uygulama sahnesine konduğu bir devir olarak, önceki dönemlerden ayrılır. Bu dönemde, devletin müesseselerinde köklü değişikliklere gidilmiş, her yeni girişim karşısında güçlü bir engel olarak ortaya çıkan Yeniçeri Ocağı kaldırılmış, ordu yeniden kurulup yapılandırılmış ve Batı tipi bir devlet sistemi ve teşkilâtı oluşturulmağa çalışılmıştır.

II. Mahmûd tarafından bütün hazırlıkları yapılan, fakat ancak onun vefâtından sonra îlân olunan Tanzîmat, Batılılaşma hareketlerine büyük bir ivme kazandıran, mühim bir dönüm noktasıdır. 1839-1876 yılları arası, Tanzîmat dönemi olarak nitelendirilir. Gerek Nizâm-ı Cedîd, gerekse II. Mahmûd ve Tanzîmat döneminde girişilen yenileşme hareketleri, uygulama alanına konulan tedbirler, umulan ve beklenen netîceyi tam olarak sağlamadı; ne Osmanlı devletini içinde bulunduğu çıkmazdan kurtarabildi, ne uğranılan yenilgilerin ve toprak kayıplarının önünü alabildi, ne de millet-i hâkime durumundaki Türklerin kırılan gurûrunu tâmire yetti. Bu defa, başka arayışlar devreye girdi; artık tartışılan mesele, rejim konusu idi. Klâsik yapısı ile mutlak monarşi olan Osmanlı yönetim tarzı, meşrûtiyet lehine şiddetli tenkitlere uğradı. Osman devlet adamlarının bir kısmı ve bilhassa Batıyla sıkı temas hâlinde olan aydınlar, bütün problemlerin çözümünü meşrûtî bir yönetim tarzının benimsenmesinde görerek bunun propagandasını yapmağa giriştiler. Sultan II. Abdülhamid, böyle bir ortamda tahta geçti; söz verdiği üzere, meşrûtiyeti îlân etti; Kânûn-ı Esâsî denilen anayasa kabûl edildi. Artık bütün devlet işleri, herkesin uymak zorunda olduğu kânunlar çerçevesinde yürütülecek, karşılaşılan problemler meşrûtî yönetim sâyesinde -neredeyse- kendiliğinden ortadan kalka-caktı!

Fakat öyle olmadı. Yeni sistem gereğince yapılan seçimler sonunda oluşan Osmanlı Mebûslar Meclisi, Türklerden çok, diğer etnik gruplar ve bilhassa gayr-i müslimler tarafından doldurulmuştu. Bunların hemen tamâmı, devletin geleceğini ve bütünlüğünü savunmak yerine, kendi millî çıkarlarına göre hareket ediyorlardı. Zâten, 1789 Fransız ihtilâlinin bir netîcesi olarak, Osmanlı topraklarında yüzyılın başından beri etnik ve milliyetçilik temeline dayalı ayrılık rüzgârları esmekte idi. Daha 1820’lerde Batının da desteği ile Rumlar, önce isyân etmişler, bilâhare ayrı bir devlet kurmağa muvaffak olmuşlardı. Sırp ve Bulgarlar da aynı arzûdan geri kalmamışlardı; Türkler dışındaki diğer Müslüman unsurlar bile, başında halîfenin bulunduğu, kendilerini öz evlât olarak gören bir devlete karşı oldukça soğuk davranıyordu. II. Mahmûd’un saltanatının son yıllarında Kavalalı Mehmed Ali Paşa’nın Mısır’da başlattığı ayrılık hareketi, sâdece görünüşte Osmanlı devletine bağlı, fakat gerçekte müstakil bir Mısır ortaya çıkarmıştı. Böyle bir sosyal ortamda hayâta geçirilmek istenen meşrûtî rejim yüzünden, devlet, neredeyse parçalanıp dağılmak üzere idi. Sultan II. Abdülhamid, bu tabloyu devletin hayrına görmemekte idi; 93 Harbi olarak bilinen Osmanlı-Rus savaşını da bahâne ederek, söz konusu meclisi süresiz tâtil etti; ülkeyi tek elden yönetmeğe başladı. 33 yıl süreyle, Avrupa siyâsî arenasında tâkip ettiği denge politikası ile, devleti dağılmaktan kurtardı. Bu zaman zarfında, hızlı bir eğitim seferberliğine girişti. Rüştiyeler, idâdîler ve benzeri eğitim müesseseleriyle, okur-yazar nisbetini yükseltmeğe çalıştı. Açtığı askerî mekteplerden geleceğin Gâzî Mustafa Kemâl Atatürk’ü de dâhil, Millî Mücâdeleyi yürüten ve modern Türkiye Cumhûriyeti’ni kuran ekip yetişti.

Fakat, XX. yüzyılın başı, imparatorluklar çağının kapanmakta olduğu bir dönemdi. Çok kültürlü ve çok milletli entik karakterler taşıyan imparatorluklar, bünyelerinde bulundurdukları farklı milletlerin farklı emeller peşinde koşmaya başlamaları sonunda bir bir dağılmak mecbûriyetinde kaldılar. Birinci Dünya Harbi’nin sonunda Osmanlılarla birlikte Habsburglar ve Romanoflar da târih sahnesindeki yerlerini aldılar. Hattâ, üzerinde güneş batmayan imparatorluk olarak nitelenen İngiliz imparatorluğu bile ancak yüzyılın ortalarına kadar yaşayabildi.

Osmanlı devletini ayakta tutmak için ortaya atılan ve XIX. yüzyılın son çeyreği ile XX. yüzyılın başlarında devlet adamları ve aydınlar arasında bir hayli taraftar toplayan Osmanlıcılık, Ümmetçilik-İslâmcılık, Türkçülük ve Batıcılık gibi düşünce akımlarından ilk ikisi, târihî hakîkatler ve yaşanan hâdiseler karşısında fiilen devre-dışı kaldılar. Osmanlıcılık fikri, Osmanlı devletinin siyâsî sınırları dâhilinde yaşayan milletleri –müslim, gayr-i müslim ayırımı yapmadan- tek bir ideal etrâfında toplamayı gâye edinmişti. Fakat, 1912’deki Balkan Savaşları, gayr-i müslim tebeayı böyle bir düşünce etrâfında toplamanın beyhûde bir gayret olduğunu bütün açıklığıyla ortaya çıkardı. Edirne’ye kadar bütün Balkanlar elden çıktı; diğer bir deyişle Türkler Balkanlarda bir coğrafya değil, bir vatan kaybettiler. Çünkü, Balkanlar yüzyıllar içerisinde en az Anadolu kadar Türk ve Müslüman vatanı hâline getirilmişti… Birinci Dünyâ Savaşı esnâsında, Türklerin dışında kalan diğer Müslümanların ve bilhassa Arapların, başta İngilizler olmak üzere, Batılı emperyalist devletlerin teşvikleri, tahrikleri ve vaadleri ile Osmanlı ordularını arkadan vurmaları, bir kısım devlet adamlarının ve aydınların zihinlerindeki Ümmetçilik-İslâmcılık düşüncesinin de, siyâsî mânâda bir çıkar yol olmadığını ortaya koymuştu. Pür-Batıcılar ise, devleti ayakta tutabilmek için, karşısında mağlûbiyete uğranılan Batının teşkilâtını ve bütün değerlerini hiç bir elemeye tâbi tutmadan almak gerektiği düşüncesinde idiler. İttihat ve Terakkî Fırkası ile Genç Kalemler ve Millî Edebiyatçılar muhîtinde taraftar toplayan, diğer düşünce akımlarının iflâsı netîcesi daha fazla gündeme gelen Türkçülük düşüncesi, 1910’lardan îtibâren gittikçe popüler hâle geldi. Türkçüler, devleti ayakta tutabilmek için Batı dünyâsından alınması gerekenler bulunduğuna inanmakla birlikte, esas olarak millete ve millî kültüre dayanmak istiyorlardı. Daha önceden, Osmanlı devletinin siyâsî kadrolarının mühim bir kısmı ve yine çok sayıda aydın, devletin etnik ve kültürel kompozisyonunu dikkate alarak, milliyetçilik yapmaktan kaçınmışlardı. Onlar, Rumlara, Ermenilere, Bulgarlara, Sırplara, Arnavudlara, Boşnaklara, Araplara örnek olacak şekilde Türk milliyetçiliği dâvâsı güderek, devletin parçalanmasını istemiyorlardı. Fakat artık, bunların neredeyse tamâmı Osmanlı devletine sırt çevirmişti. 1912’de dergisiyle birlikte faaliyete geçen Türk Ocakları, Türk milliyetçiliği fikrini geniş aydın ve halk kitlelerine yaymak sûretiyle, harâbeler içinden kurtulmanın yollarını göstermeğe çalıştılar. Mustafa Kemâl Atatürk’ün, yeni Türk devletinin kuruluş ve kurtuluş ideolojisini belirlemede fikir babası olduğu bilinen Ziyâ Gökalp başta olmak üzere, istikbâlden endîşe edenler, halkı ve bilhassa okumuş kesimleri Türk milliyetçiliği etrâfında toparlayabilmek için yoğun bir yayın faaliyetine giriştiler.

Osmanlı devleti, bilindiği gibi, Birinci Dünyâ Savaşı sonunda dağılıp târihe karıştı. Savaştan mağlup çıkıldığı için, devletin aslî topraklarını oluşturan Anadolu bile parça parça edilip işgâl olunmuştu. Deyim yerinde ise, Türklere sâdece Orta Anadolu’nun bozkırları bırakılmıştı. Türk milleti, Gâzî Mustafa Kemâl’in önderliğinde 1919-1922 yılları arasında çetin ve yokluklar içinde geçen bir ölüm-kalım savaşından sonra, Anadolu’yu işgâle yeltenenleri, onların arkasındaki gizli güçleri ve emelleri denize dökmeğe muvaffak oldu.

Gâzî Mustafa Kemâl’in, genç Türkiye Cumhûriyeti devletini modern ve ileri bir devlet hâline getirebilmek için giriştiği kültürel faaliyetleri, onun bu çerçevede aldığı ve uygulamaya koyduğu kararları iyi anlayabilmek için, yukarıda kısaca hulâsa olunan târihî arka-plânı iyi değerlendirmek; yeni Türk devletinin nasıl bir kan ve ateş çemberi içinden çıkıldıktan sonra kurulduğunu unutmamak gerekmektedir.

1920’li yılların başında, Anadolu’yu istilâya kalkışan düşmanı denize dökmekle mesele bitmemişti; zîrâ asıl mücâdele bundan sonra başlıyordu. Elde her tarafı harâbe hâline gelmiş bir vatan bulunuyordu. Ülke sanâyii, deyim yerinde ise, toplu-iğne bile üretmekten âcizdi. Ekonomi sıfır noktasında idi. Ülkenin ulaşım ağları yeterli değildi. Okur-yazar nisbeti asgarî seviyede seyreden bir maarif sistemi vardı. On yılı aşkın bir süre devâm etmiş olan savaş dolayısıyla, halk perîşan, geleceğinden ümitsiz ve sefâlet içerisindeydi. En az bunlar kadar mühim olan bir husus da, millî birliği gerçekleştirmek, milletin bütün fertlerini aynı ideal etrâfında toplamak, diğer bir deyişle, geniş halk yığınlarını ­kelimenin gerçek mânâsıyla- “millet” hâline getirmek meselesiydi. Okur-yazar kısmı son yıllardaki fikir hareketleri netîcesinde kim olduğunun farkına varmış olsa bile, geniş halk yığınları, kimliğinden habersizdi; henüz ümmetten millet seviyesine yükselmiş, milliyetinin farkına kemâliyle varmış değildi. Oysa, XX. asır millet, milliyetçilik ve millî devletler asrı idi. Dünyâya yön vermekte olan Avrupa, millî devletler esâsına göre teşkilâtlanmıştı. Böyle bir devirde gözünü Batıya çeviren genç Türkiye Cumhûriyeti, onun sâhip olduğu imkânlara kavuşmak; muâsır milletler arasında kendisine lâyık iyi bir yer edinmek; artık itilip kakılmaktan kurtulmak istiyordu. Arzûlanan hedefe ulaşmak için, Türk milletine yeni bir heyecan, yeni bir şevk vermek, mutlak gerekli idi. İstiklâl mücâdelesinin muzaffer kumandanı, bu mücâdele sırasında, Türk milletinin bütün fertlerinin gönlünde yüksek bir yer edinmişti. Dolayısıyla, arzûlanan hedefe varmak için, Türk milleti, onun gösterdiği istikâmette yürümekten çekinmeyecekti.

Gâzî Mustafa Kemâl Paşa, Türk milletini millî bir ülkü etrâfında toparlayabilmek için, onun millî hislerini harekete geçirmek gerektiğini düşünüyordu. O, akılcı ve gerçekçi idi; umûmî mânâda Türk milletinin coğrafyasının çok geniş bir sâhaya yayılmış olduğunu iyi bilmesine rağmen, Türkiye Cumhûriyeti devletinin sınırlarının misâk-i millî ile çizilmesini bir zaaf olarak görmedi; bununla birlikte dış Türklerle yakından ilgilendi. Onun 1930’lu yıllarda söylediği rivâyet olunan, ‘Sovyetler Birliği bir gün yıkılacaktır; bu imparatorluğun sınırları içerisinde bizimle dili bir, dini bir, târihi bir kardeşlerimiz vardır. O günlerin bir gün geleceğini düşünerek, şimdiden hazırlanmalıyız; onların bize gelmesini beklememeliyiz; biz onlara gitmeliyiz; onlarla yakından ilgilenmeliyiz. Bunun da yolu kültürel ilişkilerden geçer.’ meâlindeki sözleri, bu ilginin en iyi delîlidir. Bizim, bugün, bu salonda böyle bir toplantıyı gerçekleştirebilmiş olmamız, altmış yıldan fazla bir zaman önce ifâde olunan bu öngörünün kıymetini daha iyi gözler önüne sermektedir. Ancak, o günlerde Türkiye’nin mevcut imkânlarını ve gücünü iyi değerlendirmek lâzımdı. Öncelikle onu güçlü, kendi imkânları ile ayakları üzerinde duran bir devlet hâline getirmek gerekiyordu. Türkiye dışında da Türklerin bulunduğunu unutmadı; ancak, tehlikeli bir siyâsî milliyetçilik yerine ciddî bir kültür milliyetçiliği yapmak gerektiği düşüncesi ile, uygulamalarını bu zemin üzerine oturttu. Nitekim Onuncu Yıl Nutku’nun sonunda yer alan “Ne mutlu Türk’üm diyene!” sözleri de bu açıdan değerlendirilmelidir. Burada söz konusu olan, “kan”a dayalı bir Türklük değil, “kültürel” bir Türklüktür. Zîrâ, Türkiye Cumhûriyeti’nin büyük bir imparatorluğun bakıyyesi üzerine kurulduğunu, dolayısıyla burada yaşayan insanların Afrika’nın balta girmemiş ormanlarında, asırlarca medeniyetten ve milletler-arası ilişkilerden uzak kalmış kabîleler topluluğundan ibâret olmadığını en iyi bilenlerden birisi de kendisiydi. Onun ifâdesiyle, Türkiye Cumhûriyeti kültür üzerine temellendirilmişti.

Şu sözler onundur:

Türkiye Cumhûriyetinin temeli kültürdür. Bu sözü burada ayrıca izaha lüzum görmüyorum. Çünkü bu, Türkiye Cumhuriyetinin okullarında bir çok vesilelerle eser halinde tesbit edilmiştir.

“Kültür, okumak, anlamak, görebilmek, görebildiğinden mânâ çıkarmak, intibah almak, düşünmek, zekâyı terbiye etmektir.

“… Kültür, tabiatin yüksek feyizleriyle mesut olmaktır. Bu ifade içinde her şey mündemiçtir. Temizlik, saflık, yükseklik, insanlık, vs. Bunların hepsi insanlık vasıflarındandır.

“… bugünkü Türkiye Cumhuriyeti çocukları kültürel insanlardır. Yani hem kendileri kültür sahibidirler, hem de bu hassayı muhitlerine ve bütün Türk milletine yaymakta olduklarına kânidirler.[1]

Atatürk, medeniyet ve kültür arasında bir fark görmemektedir. Ona göre, “medeniyeti harstan (kültürden) ayırmak güçtür ve lüzûmsuzdur.” Bu bakış açısından kültürü şöyle târif eder:

Kültür: “A- Bir insan cemiyetinin devlet hayatında, B- Fikir hayatında yani ilimde, içtimaiyatta ve güzel sanatlarda, C- İktisadî hayatta yani ziraatte, sanatta, ticarette, kara, deniz ve hava münakalâtçılığında yapabildiği şeylerin muhassalasıdır.[2] Diğer bir deyişle, bir milletin târih içerisinde ortaya koyduğu ürünlerin tamâmı kültürdür, kültür unsurudur.

Mustafa Kemâl Atatürk, milleti ayakta tutacak kültürün, beynelmilel bir kültür değil, Türk millî kültürü olduğu düşüncesinde idi. Bu sebeple, Türk okullarında Türk millî kültürü öğretilmeli idi. Şu cümleleri birlikte okuyalım:

Şimdiye kadar takip olunan tahsil ve terbiye usullerinin milletimizin tarihî tedenniyâtında en mühim bir âmil olduğu kanaatindeyim. Onun için bir millî terbiye programından bahsederken, eski devrin hurâfâtından ve evsâf-ı fitriyemizle hiç de münasebeti olmayan yabancı fikirlerden, Şarktan ve Garptan gelebilen bilcümle tesirlerden tamamen uzak, seciye-i milliyye ve tarihiyyemizle mütenâsip bir kültür kasd ediyorum. Çünkü dehâ-i millîmizin inkişâf-ı tâmmı ancak böyle bir kültür ile temin olunabilir. Lâlettayin bir ecnebî kültürü şimdiye kadar takip olunan yabancı kültürlerin muharrip netîcelerini tekrar ettirebilir. Kültür zeminle mütenâsiptir. O zemîn, milletin seciyesidir.[3]

Yine aynı şekilde:

Milletimizin inkişâf-ı dehâsı ve bu sâyede lâyık olduğu mertebe-i medeniyete irtikâsı bittabi âlî meslekler erbâbını yetiştirmekle ve millî harsımızı îlâ ile kâbildir.

“… Yetişecek çocuklarımıza ve gençlerimize, görecekleri tahsilin hududu ne olursa olsun en evvel ve her şeyden evvel Türkiye’nin istiklâline, kendi benliğine, an’anât-ı milliyesine düşman olan bütün anâsırlarla mücâdele etmek lüzûmu öğretilmelidir. Beynelmilel vaziyet-i cihana göre, böyle bir cidâlini istilzâm eylediği anâsır-ı rûhiyye ile mücehhez olmayan fertlere ve bu mâhiyette fertlerden mürekkep cemiyetlere hayat ve istiklâl yoktur.[4]

cümleleri, Atatürk’ün kültür anlayışının niteliğini açıkça ortaya koymaktadır. Bu anlayış, her şeyden önce yerlidir, millî bir kültürü yansıtmaktadır. Kökü dışarıda ve taklide dayalı bir kültür, onun düşünce dünyasında yoktur. Bu kültür anlayışının muhtevâsında neler vardır?.. Cevap tek cümleliktir: Türk milletinin târih sahnesinde ortaya koyduğu her şeydir: Türk sanatı, Türk ekonomisi, Türk şiir ve edebiyâtı, Türk’ün maddî ve mânevî bütün değerleri, Türk kültürünü oluşturmaktadır. O, “… milletimizin siyâsî, içtimâî hayatında, milletimizin fikr-i terbiyesinde … rehberimiz ilim ve fen olacaktır. Mektep sâyesinde vereceğimiz ilim ve fen sayesindedir ki Türk milleti, Türk sanatı, iktisâdiyâtı, Türk şiir ve edebiyâtı, bütün bedâyiiyle inkişâf eder.[5] derken; bir soruya, “Türk milleti daha dindar olmalıdır, yâni bütün sâdeliği ile dindar olmalıdır demek istiyorum. Dinime, bizzat hakîkate nasıl inanıyorsam, buna da öyle inanıyorum. Şuura muhâlif, terakkîye mâni hiçbir şey ihtivâ etmiyor.” cevâbını verirken;Dünyânın bize hürmet göstermesini istiyorsak evvelâ biz kendi benliğimize ve milliyetimize bu hürmeti hissen, fikren, fi’len bütün ef’âl ve harekâtımızla gösterelim; bilelim ki millî benliğini bulmayan milletler başka milletlerin şikârıdır.”[6] derken, 1923 yılında Konya Türk Ocağını ziyâreti sırasında, “Türk Ocakları milletin harsı üzerinde mühim tesirler yapmalıdır. Zâten bunu yapıyorlar ve daha ziyâde yapacaklardır. Biz milliyet fikrini tatbikte çok gecikmiş ve çok tekâsül göstermiş bir milletiz. Bunun zararlarını, fazla faaliyetle telâfiye çalışmalıyız.”[7] derken, meseleye hep aynı bakış açısıyla bakmıştır: Bu bakış açısı, tekrâren vurgulayalım ki, yine millîdir, yine yerlidir; fakat çağın ilmini ve fennini rehber edinen bir bakış açısıdır. Türkiye Cumhûriyeti’nin temelini, millî kültüre dayandıran bir bakış açısıdır. Şu cümle de onundur: “Millî kültürün her çığırda açılarak yükselmesini Türk Cumhûriyetinin temel direği olarak temin edeceğiz.[8]

Kültür niçin bu kadar mühim görülmektedir? Bu sorunun cevâbını yine kendisi verir: “Çünkü kültür ve ekonomi her türlü siyâsete istikâmet veren bazlardır.”[9] Eğer kültür, millî bir temele dayanırsa, onun yönlendireceği politikalar da milletin çıkarlarına öncelik verecektir. Millî bir kültürden nasibini almayan kadroların belirleyecekleri politikalar, milletin değil, beslendikleri kültürel kanalların çıkarlarına hizmet edeceklerdir. Millî kültür vurgusu, işte bunun için mühimdir. Onun yukarıda kısaca aktarılan cümleleri gözden geçirildiğinde, kendisini Batıcı ve beynelmilel göstermenin, sosyalist veya başka bir kimlikle tanımlamaya kalkışmanın ne kadar beyhûde olduğu görülür. O, sonuna kadar millîci, milliyetçi, Türk milliyetçisi olarak yaşadı.

O, bu çerçevede Türk târihi ile de yakından ilgilendi. Sâdece Osmanlıları ve Selçukluları tanımakla yetinmedi; İslâm öncesi Türk târihinin araştırılması için de ciddî tedbirler aldı. Meşhûr Ergenekon Destânındaki bozkurt motifini, kâğıt paralar üzerine bastırmak sûretiyle, Türklerin geçmişleriyle bağlar kurmağa çalıştı. Türklere, kökü çok eski devirlere giden bir millet olduğu şuurunu verebilmek için, Türklüğü ve Türk târihini Sümerlere ve Etilere kadar çıkarma ihtiyâcı duydu. Meşhûr Türk târih tezini ile Güneş-Dil Teorisini, yine böyle bir ihtiyâcı karşılayacağı düşüncesiyle, bir süre de olsa, benimsemekten kaçınmadı.

Mustafa Kemâl Atatürk, daha 1924 yılında, bir seri inkılâbı başlatmadan önce, şöyle diyordu: “Efendiler. Millî terbiyenin ne demek olduğunu bilmekte artık bir gûnâ teşevvüş kalmamalıdır. Bir de millî terbiye esas olduktan sonra onun lisânını, usûlünü, vâsıtalarını da millî yapmak zarûreti gayr-i kâbil-i münâkaşadır. Millî terbiye ile inkişâf ve îlâ edilmek istenen genç dimağları bir taraftan da paslandırıcı, uyuşturucu, hayâlî zevâidle doldurmaktan dikkatle içtinâb etmek lâzımdır.”[10]

Bunun “vâsıtaları”, onun tarafından kurulan bir takım merkezlerdir. Türk milletinin târihini ve târihî değerlerini araştırıp gün ışığına çıkarmak ve bunları milletin fertlerine öğretmek için Türk Tarih Kurumu’nu kurdurtan bu anlayıştır. Türk dilini geliştirmek, modern dünyânın gelişmiş dilleri ile boy ölçüşecek, bütün fikirleri ifâde edebilecek bir yapıya kavuşturmak için gerekli çalışmaları yapmak üzere Türk Dil Kurumu’nu kurdurtan bu anlayıştır. Milletin bütün fertlerinin çağın ilim ve fenninden haberdar olabilmesi için okunup yazılması daha kolay olan yeni Türk alfabesini benimsettiren de aslında bu anlayıştır.

Netîce olarak diyebiliriz ki, modern Türkiye’nin kurucusu Gâzî Mustafa Kemâl’in Türkiye Cumhûriyeti’ni Batı standartlarında bir devlet hâline getirebilmek için aldığı bütün kararların ve uygulama sâhasına koyduğu bütün tedbirlerin asıl hedefi, Türk milletini çağdaş, hür, bağımsız, daha güçlü, daha mutlu ve daha müreffeh kılmaktı. Bu yolda az mesâfe alınmamıştır.

Onu, ebediyete intikâlinin 62. yılında minnet ve rahmetle anıyoruz.

_________

*  Bu yazı, 10 Kasım 2000 yılında, Kırgızistan-Türkiye Manas Üniversitesi (Bişkek / Kırgızistan) Konferans Salonu’nda Atatürk’ü Anma Haftası çerçevesinde düzenlenen panelde yapılan konuşma metnidir (Yazının yayımlanmış şekli için bkz. Yörtürk, Aylık Fikir, Kültür ve Sanat Dergisi, Yıl 10, Sayı 60, Mart-Nisan 2005, s. 11-16).

[1] Atatürk’ün Kültür ve Medeniyet Konusundaki Sözleri, yay. Atatürk Kültür, Dil ve Tarih Yüksek Kurumu, Atatürk Kültür Merkezi, sayı 37, Ankara 1990, s. 3

[2] Aynı eser, s. 1.

[3] Aynı eser, s. 14-15.

[4] Aynı eser, s. 18.

[5] Aynı eser, s. 27.

[6] Aynı eser, s. 62.

[7] Aynı eser, s. 61.

[8] Aynı eser, s. 113.

[9] Aynı eser, s. 125.

[10] Aynı eser, s. 84.