Yayınlarım...

Popüler Yazılarım-19                                                                    Prof. Dr. Fahri UNAN

Sayfa Sonuna Git

TÂRİH, TÜRK TÂRİHİ VE ATATÜRK*

Sosyal bir ilim dalı olarak târih nedir?..

Târih, târihin konusu, faydası, diğer ilim dallarıyla ilişkisi ve târihçi gibi konular üzerinde şimdiye kadar çok durulmuştur. Burada konuyla ilgili düşüncelerin hulâsasını yapacak değiliz. Târih, çeşitli şekillerde târif edilmiştir[1]. Aralarında küçük farklar bulunan bu târifleri bir tarafa bırakarak ifâde edecek olursak: Târih, insanoğlunun yeryüzünde görüldüğü andan başlayarak bugüne kadar, insan zekâsının ve emeğinin ürünü olarak ortaya konan her şeyi inceleyen bir ilim dalıdır.

İnsanlar niçin târihe ihtiyaç duyarlar? Niçin geçmiş devirlerin hâdiseleriyle, kalıntılarıyla ilgilenmek ve bunları öğrenmek isterler?

Düne atıfta bulunmak, geçmişte kökler aramak, bir yere bağlanmak veya bir millete nisbet olunmak, her devirde insanlara bir benlik şuuru kazandırmış, onların kendilerini başkalarından farklı görme ve tanımlamalarına imkân sağlamış; bu da insanlara güven duygusu telkin etmiştir. Yahyâ Kemâl’in “Kökü mâzîde olan âtîyiz” mısra’ı, bu bakımdan fevkalâde mânâlıdır. Yarınlara daha emin adımlarla yürümek için dünü bilmek, itici bir güç ve vazgeçilmez bir enerji kaynağı olarak görülmüştür. Nitekim bugün, yeryüzünde ilk defa bir devlet kurma fırsatı yakalayan bâzı toplulukların -millet olma sürecinde-, kendilerine mânâlı bir geçmiş ihdâs etme, bu olmadığı takdirde bir târih uydurma yoluna gittikleri bilinmektedir.

Bu sebeple, tanımı ve muhtevâsı bir yana, târih ilminin insanlığın târihi kadar eski olduğu ileri sürülebilir.

Târih anlayışının bizde bugünkü seviyesine ulaşması, yâni, hâdiseleri tahlil, tenkit ve terkip esaslarına dayalı bir târih anlayışının ortaya çıkışı çok yenidir. Eski çağların târih anlayışı, daha ziyâde tasvirci ve hikâyeci idi. Bu çerçevede târihin kahramanları ve konuları, ekseriyetle hükümdarlar ve onların etrâfında cereyân eden hâdiselerdi. Türk târihi için de durum aynıdır. Orta Asya’da Türkler, çok erken dönemlerden îtibâren geçmişe ilgi duymuşlar; devlet yönetiminde bir cihân hâkimiyeti mefkûresi geliştirmişler; devletlerinin ölümsüz olduğu düşüncesini benimsemişler; bu düşünceyi, Orhun Kitâbeleri’nde görüldüğü üzere, “Bengü İl” (=ölümsüz, sonsuz devlet) sözleriyle formülleştirerek gelecek nesillere târihî bir mîrâs olarak bırakmışlardır. Bu düşünce, nesilden nesile aktarılmış ve Osmanlılara “devlet-i ebed-müddet” şeklinde intikâl etmiştir[2].

Osmanlılar, kuruluş dönemlerinde ve bilhassa XV. asrın sonlarına kadar, kendilerini İslâm öncesine, Oğuz Han’a bağlayan bir târih şuuru taşımalarına ve bir takım kroniklerde bunu açıkça dile getirmelerine rağmen, bu dönemlere âit bilgiler yazılan eserlerde göz-ardı edildi. Devletin klâsik yapısına kavuşması, yerleşik siyâsî ve kültürel müesseselerin nihâî şekillerini almaları sürecine paralel olarak, bu anlayış, gitgide geri plâna itildi; söz konusu müesseselerin kültürel zemînini besleyen İslâmî târih geleneği ön plâna geçti. Gerçi, Osmanlı târih yazarları, sonraki yüzyıllarda yazdıkları eserlerde de, Osmanlı soyunu Oğuz Han nesline bağlama geleneğini bütünüyle terk etmediler. Fakat, eserlerinde İslâm öncesi Türk târihinin hâdiselerine yer vermeyi –belki de- gereksiz buldular. Tevhîd inancının bulunmadığı dönemler, muhtemelen mevcut kültür ve medeniyet anlayışı için destekleyici veriler barındırmadığı zehâbıyla, pek de merâk edilmedi. Bu durum XIX. asrın ortalarına kadar devâm etti[3].

Ancak, XIX. yüzyıla gelindiğinde durum değişmiştir. Bilindiği gibi, uzun bir süredir Batı karşısında sürekli gerileyen ve kendi kültür ve medeniyetine dâir eski inançları sarsıntıya uğrayan Osmanlı devleti yöneticileri, bu durumdan kurtulabilmek için, devlet yönetiminde Batı tipi bir sistem oluşturmaya çalışmışlar, bu sebeple 1839’da Tanzîmât diye bilinen modernleşme hareketini başlatmışlardır. Böylece, Batılı düşüncelerle temaslar daha da sıklaştı. Bu çerçevede, târih alanında, eski târih anlayışının yanı sıra, devlet târihçiliği (vak’a-nüvîslik) olarak adlandırılan bir anlayış doğmuş; ayrıca, Osmanlı târihçileri, Batılı târihçilerin eserleriyle ve metodlarıyla yüzyüze gelerek bunlardan faydalanma yoluna gitmişler; Şıpka kahramanı Süleyman Paşa, Ahmed Vefik Paşa, ünlü Türkçü Necib Âsım Bey ve Ahmed Cevdet Paşa gibi şahsiyetler, eski geleneğin sınırlarını aşan eserler vermeye başlamışlardır. Tanzîmât’ın başlangıcından İkinci Meşrûtiyet’e kadar ortaya konan eserlerde, yabancı kaynaklardan da faydalanmak sûretiyle, sınırlı da olsa, artık Türk târihinin İslâm öncesi dönemlerine dâir bilgilere de yer verilecektir.

Târih alanında asıl değişim II. Meşrûtiyet döneminde oldu. Bu dönemin sâdece târih değil, edebiyat alanında da en dikkati çeken şahsiyeti, Köprülü-zâde Mehmed Fuad’dır. Fuad Köprülü, hem târih, hem de edebiyat alanında Batılı meslektaşlarının çalışmalarından hiç de geri kalmayan eserler vererek, Türkiye’de modern târihçiliğin ve edebiyat anlayışının temellerini atmıştır. Böylece târihin konusu olan meselelerin çerçevesi de genişlemiş; Türk târihi, artık sâdece hükümdarların değil, bir bütün olarak toplumun târihi olma yoluna girmiştir.

Ancak, hemen belirtmek gerekir ki, Türk târihinin modern bir çehre kazanmasında Türkçülük-milliyetçilik fikrinin payı fevkalâde büyüktür. Nitekim, yukarıda adları zikredilen şahsiyetlerin hemen tamâmı Türkçü-milliyetçi şahsiyetlerdir. Bu da sebepsiz değildir. Çünkü, içerisinde bulundurduğu farklı etnik unsurlarla, dinlerle ve kültürlerle bir imparatorluk hüviyeti taşıyan Osmanlı-Türk devleti, bu dönemde, Fransız ihtilâlinin dünyâya yaydığı milliyetçilik fikrinin de etkisiyle dağılma sürecine girmiş; dünün devlete sâdık görünen Türk olmayan unsurları istiklâl sevdâsına düşerek devletten kopmaya başlamışlardır. Böyle bir ortamda kendi öz vatanının da elden çıkmakta olduğunu gören devletin asıl sâhipleri, yâni Türkler, kendi geçmişlerini ve kimliklerini araştırmaya, öğrenmeye, öğrendiklerini millete öğretmeye, bu sûretle millî kimliği güçlendirmeye ve devleti yaşatmanın çârelerini aramaya çalışmışlardır. Bu düşüncenin eseri olarak 1912’de kurulan Türk Ocakları, Türkçülüğü ve Türk milliyetçiliği fikrini basınyayın yoluyla halka yaymakta öncülük etmiştir. Nitekim, 1931’de Türk Tarihi Tedkik Cemiyeti olarak kurulan ve daha sonra Türk Tarih Kurumu adını alacak olan ilk oluşum, Türk Ocakları bünyesinde ortaya çıkacaktır.

Atatürk’ün Türk târihiyle ilgili düşüncelerini ve bu düşüncelerin yönlendirmesiyle târih alanında gerçekleştirmeye çalıştıklarını daha iyi anlayabilmek için, Osmanlı-Türk devletinin son döneminde karşılaşılan sıkıntıları göz-önünde bulundurmak gerekmektedir.

Bilindiği gibi, 1910’dan 1920’ye kadar, on yıl boyunca Osmanlı devleti, dolayısıyla Türk milleti, önce Balkan Savaşları, ardından Birinci Dünyâ Savaşı sırasında çetin yıllar yaşamış ve daha sonra Türk İstiklâl Savaşı ile bir ölüm-kalım mücâdelesi yürütmüştür. 1920’li yılların başında, Anadolu bütün istîlâcılardan temizlenmiş olmakla birlikte, mesele bununla bitmeyecek, asıl mücâdele bundan sonra başlayacaktı. Zîrâ, elde her tarafı harâbe hâline gelmiş bir vatan kalmıştı.

Yeni Türkiye Cumhûriyeti’nin karşı karşıya bulunduğu sıkıntılar, yalnız ülkenin geri kalmışlığı ile de sınırlı değildi. Her ne kadar, ülke düşmanlardan temizlenmiş olsa da, Türk vatanı üzerindeki emperyalist iddiâlar sona ermemişti. Bu iddiâlar, kısaca, “Türklerin medeniyet kurma vasfından uzak, kâbiliyetsiz ve barbar bir millet olduğu, Anadolu’nun Türklerin asıl vatanları olmadığı, burayı istilâ ettikleri ve geldikleri yere, Orta-Asya’ya sürülmeleri gerektiği” noktasında toplanıyordu[4].

Bütün bu sıkıntıların üstesinden gelmek için, öncelikle millî birliği gerçekleştirmek, Türk milletinin bütün fertlerini aynı ideal etrâfında toplamak, diğer bir deyişle, geniş halk yığınlarını -kelimenin gerçek mânâsıyla- millet hâline getirmek; ülkeyi muâsır medeniyet seviyesine taşımak, Türk vatanı üzerindeki emperyalist iddiâları geçersiz kılmak için, Türk milletine yeni bir heyecan, yeni bir şevk vermek gerekliydi. Okur-yazar kesimi son yıllardaki fikir hareketleri ile kim olduğunun farkına varmış olsa bile, geniş halk yığınları, kimliğinden habersizdi; henüz ümmetten millet seviyesine yükselmiş, milliyetinin farkına tamâmen varmış değildi. Oysa, XX. asır millet, milliyetçilik ve millî devletler asrı idi. Dünyâya yön vermekte olan Avrupa, millî devletler esâsına göre teşkilâtlanmıştı. Böyle bir devirde gözünü Batıya çeviren Türkiye Cumhûriyeti, insanıyla birlikte Batının sâhip olduğu imkânlara kavuşmak ve muâsır milletler arasında kendisine lâyık, iyi bir yer edinmek istiyordu.

İstiklâl mücâdelesinin muzaffer kumandanı, Gâzî Mustafa Kemâl Paşa, Türk milletini millî bir ülkü etrâfında toparlayabilmek için, onun millî hislerini harekete geçirmek gerektiği kanaatinde idi. Her şeyden önce, Türk insanına kendini, târihini tanıtmak lâzımdı. Zîrâ ona göre, “Türk çocuğu ecdâdını tanıdıkça, daha büyük işler yapmak için kendinde kuvvet bulacak”tı[5]. Tabiî ki, bunun yolu târihten geçiyordu. Çünkü târih insanlığın ve milletlerin hâfızası idi. O, bu hususta şöyle diyordu: “Târihini bilmeyen ve şuurunu taşımayan milletler hâfıza ve idrâklerini kaybetmiş şaşkın kimselere benzerler.” Kezâ, o, “Eğer bir millet büyükse, kendisini tanımakla daha büyük olur.” “Türk çocuklarındaki kabiliyet, her milletinkinden üstündür. Türk kabiliyet ve kültürünün tarihteki başarıları meydana çıktıkça, … Türk çocukları kendileri için lâzım gelen hamle kaynağını o tarihte bulabilecektir. Bu tarihten Türk çocukları bağımsızlık fikrini kazanacaklar, o büyük başarıları düşünecekler, harikalar yaratan adamları öğrenecekler, kendilerinin aynı kandan olduklarını düşünecekler ve bu kabiliyetle kimseye boyun eğmeyeceklerdir.[6]” diyordu. Diğer taraftan târih en doğru şâhitti. Çünkü, başka insanlar ve milletler inkâr etse bile, “Tarih bir milletin kanını, hakkını, varlığını hiç bir zaman inkâr edemez...[7]” demekteydi. Öyleyse târih, milletler için aynı zamanda vazgeçilmez bir hazîne idi. Ancak, bu hazîne dosdoğru, yalansız, hilesiz, saptırmasız, gerçeklere dayalı olmalı; tahrif edilmemeli idi. Zîrâ, Atatürk’ün ifâdesiyle “Târih yazmak, târih yapmak kadar mühimdir. Yazan yapana sâdık kalmazsa değişmeyen hakîkat, insanlığı şaşırtacak bir mâhiyet alır.”

Mustafa Kemâl Atatürk, aynı zamanda akılcı ve gerçekçi idi. Türk târihini, içinde yaşanan dünyânın fiilî gerçeklerini göz önünde bulundurarak değerlendirmekteydi. Türk târihinin ilk dönemlerinden, Altaylardan Balkanlara kadar geniş bir coğrafyaya yayılmış bulunan Türk milletinin yaşamış olduğu târih safhalarından haberdardı. Atatürk, I. Türk Tarih Kongresi’nin açılışında (2-11 Temmuz 1932), “Bizim milletimiz derin bir mâzîye mâliktir. Bu düşünce bizi elbette altı yedi yüz yıllık Osmanlı Türklüğünden, Selçuklu Türklerine ve ondan evvel bu devirlerin her birine müsâvi olan Türk devletlerine kavuşturur.” demişti[8]. Dolayısıyla, Türk târihinin bütün dönemleri bizi ilgilendiriyordu. Fakat, bütün dünyâ Türklüğünün bir bayrak altında toplanması gibi, târihte hiç bir zaman gerçekleşmemiş bir hayâlin peşinde koşmayı, beyhûde bir düşünce ve enerji isrâfı olarak görmüştü. Bu sebeple, umûmî mânâda Türk milletinin coğrafyasının geniş bir sâhayı kapladığını çok iyi bilmesine rağmen, Türkiye Cumhûriyeti devletinin sınırlarının misâk-i millî ile çizilmesini bir zaaf olarak görmedi. Bununla birlikte, Türkiye dışındaki Türk-lerle yakından ilgilenmekten de geri kalmadı. Onun 1930’lu yıllarda söylediği rivâyet olunan “Sovyetler Birliği bir gün yıkılacaktır; bu imparatorluğun sınırları içerisinde bizimle dili bir, dini bir, târihi bir kardeşlerimiz vardır. O günlerin bir gün geleceğini düşünerek, şimdiden hazırlanmalıyız; onların bize gelmesini beklememeliyiz; biz onlara gitmeliyiz; onlarla yakından ilgilenmeliyiz. Bunun da yolu kültürel ilişkilerden geçer.” meâlindeki sözleri[9], bu ilginin en güzel delîlidir. Ancak, o günlerde Türkiye’nin mevcut imkânlarını ve gücünü iyi değerlendirmek lâzımdı. Öncelikle onu güçlü, kendi imkânları ile ayakları üzerinde duran bir devlet hâline getirmek gerekiyordu. Atatürk, Türkiye dışında da Türklerin bulunduğunu unutmadı; ancak, Türkiye için öngörülemeyecek tehlikeler doğurabilecek bir siyâsî milliyetçilik yerine ciddî bir kültür milliyetçiliği benimsemek gerektiği düşüncesiyle, uygulamalarını bu zemin üzerine oturttu.

Atatürk, Avrupa kaynaklı ‘Türk milletinin medeniyet yaratma kâbiliyeti olmadığı, barbar bir kavim olduğu’ yönündeki düşünceleri de kesinlikle reddetti. Atatürk’ün şu sözleri bunun delîlidir: “Milletimiz aleyhinde söylenenler bütünüyle iftiradır.” “Milletimizin büyük kabiliyetleri tarihen ve mantıken sâbittir.” “Milletimiz… büyük güçlükler içinde bir imparatorluk vücuda getirdi. Ve bu imparatorluğu altı yüz yıldan beri tam bir ululuk ve büyüklükle sürdürdü. Bunu başaran bir millet elbette yüksek siyasî ve idarî niteliklere sahiptir. Böyle bir durum yalnız kılıç gücüyle vücuda gelemezdi.

Dünya biliyor ki, Osmanlı devleti, çok geniş olan ülkesinde, bir sınırından öteki sınırına ordusunu olağanüstü bir süratle ve tamamen donatılmış olarak naklederdi. Böyle bir hareket yalnız ordu teşkilâtının değil, bütün idare şubelerinin son derece mükemmel işlediğinin ve kendilerinin kabiliyetli olduğunun delilidir.

Milletimizin zâlim olduğu iddiası da sırf iftiradan, baştan başa yalandan ibarettir. Hiç bir millet, milletimizden daha çok yabancı unsurların inanç ve âdetlerine riayet etmemiştir. Hatta denilebilir ki, başka dinlere mensup olanların dinine ve milliyetine riayetkâr olan yegâne millet bizim milletimizdir.[10]

Bu düşünceler gerçekten isâbetlidir. Asırlarca Osmanlı idâresi altında kaldığı hâlde kimliğini ve kültürünü kaybet-meyen, bugünün Balkanlarında ve Arap dünyâsında kurulmuş olan devletlerin durumları başka nasıl îzah edilebilir? Kuzey Afrika’da ve dünyânın başka bölgelerinde Avrupalıların ve Türkiye dışındaki Türk dünyâsının büyük bir kesiminde Rusların yüz küsûr yıllık bir zaman zarfında yol açtıkları kültür tahribâtının boyutları düşünüldüğünde, eski Osmanlı toprakları üzerinde kurulmuş olan bu devletlerin durumları ve avantajları daha iyi anlaşılır.

Atatürk, Türk târihi ve kültürüyle ilgili yukarıda kısaca gözden geçirilen düşüncelerini, sâdece ifâde etmekle kalmamış, modern târih ilminin ışığı altında, bunların târihî zemîninin araştırılıp incelenmesini, hiç kimsenin reddedemeyeceği ilmî ve târihî delillere dayandırılmasını gerekli görmüştü. 1931’de TTK Başkanı Tevfik Bıyıklıoğlu’na gönderdiği bir mektupta, “Tarih yazmak için tutulan yolun mantıkî ve bilhassa ilmî olması şarttır.[11]” demişti. “Ben fâni bir insanım, bir gün öleceğim. Büyüklüğüne ve üstün kabiliyetlerine inandığım Türk milletinin gerçek tarihinin yazılmasını sağlığımda görmek istiyorum...” diyen Atatürk, bu mühim meseleyi ilmin önderliğine havâle etmek için Türk Tarihi ve Türk Dili Tedkik cemiyetlerini kurdurdu. Onun himâyesinde 1931 yılında kurulan Türk Tarihi Tedkik Cemiyeti’nin tüzüğünün 4. maddesinde cemiyetin vazîfesi, ‘ilmî müzâkerelerde bulunmak; Türk târihinin kaynaklarını araştırmak; Türk tarihini aydınlatmaya yarayacak vesîka ve malzemeyi elde etmek için gereken yerlere araştırma ve keşif heyetleri göndermek ve bu çalışmalar sonunda ortaya çıkacak netîceleri her türlü yolla neşre çalışmak” olarak tesbit edilmişti. Dil ve Tarih–Coğrafya Fakültesi de aynı düşüncesinin eseri olarak vücut bulacaktır. Bu fakülte bünyesinde faaliyet gösteren filoloji ana-bilim dalları arasında Çin, Hind, Arap, Fars, Rus ve benzeri milletlerin dillerinin öncelikle yer alması, târih boyunca Türklere komşu olan, onlarla ilişki içinde bulunan bu milletlerin dillerinin öğrenilmesiyle, bu dillerde yazılmış Türk târihine âit bilgilere doğrudan ulaşma hedefini güdüyordu.

Bütün bu çalışmaların hedeflerini kısaca şöyle toparlamak mümkündür: İstiklâlini yeni kazanan genç Türkiye Cumhûriyeti’ne millî bir târih zemîni oluşturmak; ülkede millî anlayışa uygun bir târih görüşünü hâkim kılmak; Türklerin –ileri sürüldüğü gibi medeniyet kurmaktan mahrum, barbar bir topluluk değil– medeniyet kurucu ve bu medeniyeti gittiği her yere taşıyıp yayıcı bir millet olduğunu ortaya koymak; Anadolu’daki Türk izlerini İslâm ve hattâ târih öncesine kadar taşıyarak, siyâsî açıdan Anadolu üzerindeki yabancı târihî iddiâların asılsızlığını ispatlamak ve yeni devletin fertlerini geçmişinden gurur duyan, Anadolu üzerinde bir sığıntı gibi görünmekten kurtulmuş, kendinden ve târihinden emin bir millet hâline getirmek ve bütün bunların netîcesi olarak modern Türkiye Cumhûriyeti’ni sonsuza dek yaşatmak…

Burada kısaca ifâde olunan hedefler bütünü, Türk Târih Tezi olarak da adlandırılmıştır. Bu teze göre, Türk milletinin târihi, şimdiye kadar yazıldığı gibi, yalnız Osmanlı târihinden ibâret değildir. Bu târih çok daha eskidir ve Türkler temasta bulundukları milletlerin medeniyetlerini etkilemişlerdir. Bu sebeple, diğer milletlerin medeniyetlerinin oluşumunda Türk milletinin ve medeniyetinin mühim payı vardır. Yine aynı şekilde, Türklerin sarı ırktan olduğu yönündeki görüşler yanlıştır; dolayısıyla bu görüşün netîcesi olarak ileri sürülen Türklerin medenî kâbiliyet ve istîdaddan mahrum oldukları yolundaki düşünce ve iddiâlar da yanlıştır. Bütün medeniyetlerin kaynağı Orta Asya’dır; burası ise Türklerin anayurdudur. Türkler Anadolu’ya sâdece İslâmî dönemde değil, çok daha eski devirlerde de göç etmişlerdir. Bu bakımdan, Türklerin Anadolu’da istîlâcı bir millet olarak gösterilmesi, târihî gerçeklere aykırıdır; Türkler, bugünkü Türk vatanı üzerinde târihî hakları olduğunu ileri sürenlerden çok daha eski devirlerde Anadolu’ya geldikleri için, onlardan daha fazla hak sâhibidirler…

Aynı tezin tamamlayıcısı ve destekleyici olan Güneş-Dil Teorisi’ni ise, Atatürk’ün dil çalışmaları çerçevesinde ele almak gerekir... Her iki tezle ilgili zaman zaman ortaya çıkan tartışmaları, burada ele almayı –zaman darlığı sebebiyle gereksiz görüyoruz.

Son olarak şunu söyleyebiliriz: Gâzî Mustafa Kemâl Atatürk’ün telkinleriyle başlatılan veya kendisinin bizzat içerisinde rol almak sûretiyle yürütülen faaliyetler, Türk târihinin ve târih anlayışının millî bir çehre kazanmasını sağlamış, Türklerin büyük bir millet olduğu fikrini târihî temellere dayandırarak, fertlere küçümsenemeyecek bir Türklük şuuru aşılamıştır. Bizce hedeflenen de esas îtibâriyle budur.

________

* Bu yazı, 10 Kasım 2001 yılında, Kırgızistan-Türkiye Manas Üniversitesi (Bişkek / Kırgızistan) Konferans Salonu’nda Atatürk’ü Anma Haftası çerçevesinde düzenlenen panelde yapılan konuşma metnidir (Yazının yayımlanmış şekli için bkz. Yörtürk, Aylık Fikir, Kültür ve Sanat Dergisi, Yıl 10, Sayı 59, Ocak-Şubat 2005, s. 3-8).

[1] Bu târiflerin bir hulâsası için bkz. Mübahat S. Kütükoğlu, Tarih Araştırmalarında Usûl, İstanbul 1990, s. 2-5.

[2] Ercüment Kuran, “Millî Tarih Görüşümüz”, Türk Kültürü (Atatürk Özel Sayısı, Kasım 1969), yıl: VIII, sayı: 85, s. 15.

[3] Bayram Kodaman, “Atatürk ve Tarih”, Atatürk ve Kültür (Hacettepe Üni. Yay., özel sayı), Ankara 1982. s. 3-4.

[4] Bu iddiâların toplu bir değerlendirmesi için bkz. Azmi Süslü, a.g.m., s. 244-248.

[5] Utkan Kocatürk (haz.), Atatürk’ün Fikir ve Düşünceleri, Atatürk Kültür, Dil ve Tarih Yüksek Kurumu, Atatürk Araştırma Merkezi, Ankara 1999, s. 175.

[6] Utkan Kocatürk, a.g.e., s. 176.

[7] A.g.e., s. 165.

[8] A. Süslü, a.g.m., s. 259.

[9] Dış Türkler söz konusu olduğunda sık sık dile getirilen bu meâldeki sözlere Atatürk’le ilgili ciddî kaynaklarda rastlanmamasına rağmen, muhtevâsı ve yol göstericiliği îtibâriyle mühimdir.

[10] Atatürk’ün Söylev ve Demeçleri, Ankara 1959, 2. Baskı, s. 8-9.

[11] A. Süslü, a.g.m., s. 258.