Yayınlarım...

Popüler Yazılarım-21                                                                    Prof. Dr. Fahri UNAN

Sayfa Sonuna Git

ONULMAZ BİR DİL YÂRESİ...*

 Biz ‘doğrudan’ ‘dilci’ değiliz. Ama, DTCF’nin Eski Türk Edebiyâtı Kürsüsü’nde en azından dört yıl süreyle bir hayli mürekkep yalamış olmamız, kendimizi ‘dil sevdâlısı’ olarak görmemiz ve Türk milliyetçilerinin dil konusunda hassâsiyet göstermeleri gerektiğine inanmamız hasebiyle, ne zaman dil meselesi ortaya atılsa, susmaktansa, en azından doğruluğuna inandıklarımızı konuya ilgi duyanlarla paylaşmaya hakkımız olduğunu düşünürüz. Fakat, şunu da ifâde etmek gerekir ki, ne yazılırsa yazılsın, meselenin vahâmetinden ne kadar şikâyetçi olunursa olunsun, yazılanları okuyanın, söylenenleri anlayanın, dinleyenin, size kulak verenin ve hiç değilse birazcık olsun titiz davrananın çok az olduğu da ayrı bir keyfiyettir. O hâlde niçin yazarız, niçin konuşuruz, niçin şikâyetçi oluruz? Meselâ, neden zaman zaman dille ilgili ‘özel’ sayılar çıkarma gereğini duyarız? ‘Özel’ sayılar çıkaranlar olarak, gerçekten bu meselenin ehemmiyetine inanıyor muyuz? İnanıyorsak, inancımızı, hassâsiyetimizi yazdıklarımızda göstermek, Türkçe’yi gerçekten Türkçe’nin târihî ve kültürel zenginliğine, dil ve ses zevkine, güzelliğine yakışır şekilde kullanmak mecbûriyetinde değil miyiz?..

Heyhât!.. Ne gezer!

İsterseniz, elinizdeki şu derginin içinde yer alan yazılara bir bakınız. Kimlerin yazıları yer alacak; şimdiden bilmiyoruz ama, öyle sanıyoruz ki, yazı verenlerin veya gönderenlerin büyük ekseriyeti milliyetçi câmiaya mensup insanlar olacaktır. Bunların, milliyetçiliğin gerektirdiği âzamî –hadi fazla hayal-perest olmayalım-, asgarî müştereklerde birleştiklerini düşünmek isteriz. Bu müştereklerden en mühimmi bizce dildir. Yazılanları okuduğunuzda, yazarlarının aynı kültürel muhîte, aynı fikrî çevreye veya aynı ülkü halkasına mensup olduklarını, ortak bir dil zevki ve estetiği noktasında birleştiklerini, aynı hassâsiyetleri paylaştıklarını –saklamayınız– gönül rahatlığı ile söyleyebiliyor musunuz?.. Söyleyebiliyorsanız, ne mutlu! Yanılmış olmayı kabûllenmeye hazırız. Zîrâ, Türkçe’nin mutluluk verici durumda olması, bizim de mutluluğumuz olur.

Ne var ki, hiç de öyle olduğunu ve olacağını sanmıyoruz. Sanmıyoruz; çünkü, kendi câmiamızı çok iyi tanıdığımızı zannediyoruz. Câmia, Türkçe’yi güzelleştirme dâvâsını kendilerine ‘dert’ edinerek, meselenin hem fikir altyapısını (nazariyesini) ortaya koymaya çalışan, hem de bu fikre uygun ürünler vermeyi gâye edinen geçmiş neslin, Ömer Seyfeddin’lerin, Ziyâ Gökalp’lerin hassâsiyet noktalarından çoktan uzaklaşmış durumdadır. Bu câmiada söz var, fakat icraat yoktur. Elinizdeki derginin çıkarılışında olduğu gibi, bu câmia fikir üretmek, doğrusunu ortaya koymak ister, fakat ürettiği fikirlere, ortaya koyduğu doğrulara uygun davranmaktan köşe bucak kaçar. Kim bilir, belki de yetersizliğini îtiraf etmekten kaçınır!.. Değilse, bu câmianın içinden, yazdıkları metinleri bir şiir zevkiyle okuduğunuz kaç kişi gösterebilirsiniz?.. Daha vahimi, bu câmia, dil meselesinde ‘güzelin ne olduğunu’ seçmeye muktedir midir!?

Sahi, niçin böyle bir mesele belirli zaman aralıklarıyla ‘gündem’e getirme gereği duyuluyor? Üzerinde tartışıp konuşulacak konu kıtlığı mı çekiliyor? Daha önce aynı mahfillerde söylenenler, yazılıp çizilenler dikkate alındı, ortaya bunlara uygun ürünler kondu da, bugüne kadar kat’edilen mesâfeye yenilerini ekleme ihtiyâcı mı duyuldu? Hep aynı noktada duruluyorsa, dün söylenenlerin bugün bir kez daha tekrar edilmesi, amelsiz ‘îman tâzelemek’ten öte, ne mânâ ifâde ediyor?..

Türkiye’de zâten çoktandır ‘at izi, it izine karıştı’. Kimin neyi savunduğu, neye inandığı, neyi gerçekleştirmeye çalıştığı belli değil. Yakın zamanlara kadar, sol-sosyalist ve tasfiyeci çevrelerle diğerleri arasında dil konusunda belirli bir anlayış, yaklaşım ve zevk farkı vardı. Bugün o fark da ortadan kalktı. Bu farkın ortadan kalkışı, Türkçe’nin faydasına, güzelleşmesine ve zenginleşmesine yönelik olsa idi, gönülden destekler, sevinirdik. Bir milletin, aynı dil zannıyla farklı diller konuşması, farklı diller ortaya çıkarmaya çalışması ve bunu ideolojik bir malzeme vâsıtası yapması, akıl sâhibi insanları sevindirmez, sâdece üzer. Dolayısıyla, ortak bir dil anlayışı ve zevki zemîninde birleşmeye hayıflanmamız söz konusu olamaz. Ne yazık ki, öyle olmadı; kötüde, zararlıda, Türkçe’nin aleyhinde olan bir noktada birleşildi. Milliyetçi ve –güyâ- muhâfaza-kârlar, iddiâlarını ve hassâsiyetlerini terk ettiler. Meselâ, Türk milliyetçilerinin büyük bir ekseriyetinin dili ile, sol ve sosyalist çevrelerin dili arasında, estetik bakımdan siz mühim bir fark görebiliyor musunuz? Kendilerini ‘islâmcı’ olarak tanıtmak isteyen bir takım sahtekârların yazdıkları yazıları, çevirdikleri eserleri dil açısından, şöyle üstün körü gözden geçiriniz, en aşırı ateist veya tasfiyecilerin dillerinden farklı bir şey bulabilecek misiniz?.. Muhâliflerinin dilleriyle konuşup yazınca, kendilerine değer verileceğini zannediyor olmalılar. Hepsinde aynı ‘jargon’, aynı kelime –affedersiniz- ‘sözcük’ örgüsü, aynı ‘sözcük’ dağarcığı!.. Uydurukça ‘sözcük’ ucûbeleri, dili anlaşılmaz hâle getirdi. Buna sözdizimindeki gariplikleri de eklemek gerekir. Bir de, mantar gibi ortalığı kaplayıp birer pislik yuvası hâline gelen, nesebi gayr-i sahih radyo ve televizyonlar aracılığıyla yabancı dillerin ‘vokabüler’i ve ‘vurgu’ları dilimizi istilâ etmeye başlayınca, iş bütünüyle çığırından çıktı. Sanki elbirliğiyle Türkçe’den, dolayısıyla Türk milletinden ‘bir şeylerin’ intikamı alınmak isteniyor! Artık üç-beş yüz kelime ile yazıyoruz, çiziyoruz, konuşuyoruz, ilim ve fikir üretiyoruz, şiir ve roman yazıyoruz, ‘felsefe yapıyoruz’!.. Sonra da büyük fikir adamı (filozof), şâir, edebiyatçı, Nobel’e aday olabilecek romancı yetiştirememekten şikâyetçi oluyoruz!

Biz, bu ‘özel’ sayılara, yüksek perdeden ahkâm kesmelere, milliyetçilik nutukları atmalara artık pek aldırmıyoruz; söylenenlere ve yapılanlara da inanmıyoruz. Devletin de desteğiyle, amansız bir basın ve yayın tahakkümü kurmak sûretiyle milliyetçilik düşmanları, Türk milliyetçilerinin dil meselesindeki hassâsiyetlerini yok etmiş, mukâvemetlerini kırmış ve kendileri açısından başarıya ulaşmış durumdadırlar. Türkçe konusunda, bugün sanki bir noktada birleşilmiş gibi gözüküyor; fakat bu birleşme Türkçe’nin felâketi noktasında olmuştur. Yeni dil tablosu, Türkiye dışındaki Türk dünyâsı ile, aramızdaki zâten küçük olmayan dil farkını daha da genişletip derinleştirdi. Bugün biz burada (Kırgızistan’da), Türkçe’yi arılaştırma gayretleri (!) netîcesinde ortaya çıkan ‘piç sözcük’lerden ziyâde, kültür ve medeniyetimizin, klâsik Türkçe’mizin ortak kelimeleri ile daha kolay anlaşabiliyoruz. Arılaştırma sevdâlıları da, öyle zannediyoruz ki, aramızdaki uçurumu daha da derinleştirmek, var olan irtibâtı bütünüyle koparmak istiyorlardı... İstedikleri oldu.

***

Öyleyse ne yapmak gerek?..

Eğer, ‘dil’ konusunda bir arayış içerisinde isek –ki bu tür ‘özel’ sayılar çıkarma arzusunda olmamız bunu gösteriyor–, ne yapmak istediğimizi, neyi aradığımızı, nereye varmaya çalıştığımızı, kısacası hedefimizi iyi tâyin etmek durumundayız. Türkiye Türkçesi’nde bugün mevcut olan kelimelerden ‘kimlik’ sormaya devam mı edeceğiz? Devâm edeceksek, ölçümüz ne olacak? Batıdan gelen kelimelere dil kapımızı ardına kadar açarken ve bunda fazla bir mahzur görmezken, bin yıldır bizimle hem-hâl olmuş, dağdaki çobanımızın bile bildiği, kültürümüzün, medeniyetimizin ve dinimizin ortak kelimelerini kapı-dışarı etmeyi sürdürecek miyiz? Hayâtımız, artık hepimiz için yaşam mı olacak? Artık temâyülleri, ihtimâlleri, imkânları, fevkalâdeleri, mecbûriyetleri, muhtevâları ve binlerce benzerlerini bütünüyle terk edip trendlerle, olasılarla, olasılıklarla, korkunçlarla, zorunluluklarla, içeriklerle ve benzerleriyle mi yazıp çizeceğiz? Meselâ, “Bu ayrılık bana senden eserdir” yerine, “Bu ayrılık bana senden yapıttır” mı diyeceğiz? Hele şu Türkiye’deki kendilerini felsefeci veya sosyolog sayan, ancak bütün sermâyeleri Batıda yayımlanmış bir takım eserleri çevirmeye çalışmaktan ibâret olan bir kısım budalaların yazıp çizerken kullandıkları dil ve üslûbu mu benimseyeceğiz? ‘Anlaşılmazlığı’ ilim adamlığı sayan, uydurma sözlerle yazıp konuşmayı ilericilik gören, her cümlesinin arasına –telâffuzuyla birlikte- bir yabancı kelime sokuşturmayı çağdaşlık zanneden, herkes gibi konuşmayı ‘banal’lik, yerlilik, köylülük farz eden Efruz Bey müsveddelerini mi taklit edeceğiz?.. Daha yüzlerce soru...

Bu minvâl üzere yöneltilen sorulara ‘evet’ diyorsanız -zâten şu âna kadar yapılanlar bundan ibârettir- ne diye ‘özel’ sayılar çıkarmaya çalışıyorsunuz; niçin kâğıt, mürekkep, elektrik, vs. isrâfında bulunuyorsunuz? ‘Zaman isrâfı’ demiyorum; zîrâ, Allah daha çok versin, nasıl olsa hepimizin bol bol zamânı var!.. ‘Hayır’ diyorsak, o zaman da fazla söze hâcet yok... Türkçe’nin zengin, aydınlık, her fikri ifâde edebilen güçlü bir dil olması için ne yapılması gerektiği konusunda, Türk milliyetçileri bugüne kadar az şey söylemediler. Bunları bir daha gözden geçirmek yeterlidir. Her gün sözünü etmektense, ortaya sözü edilen doğrulara uygun ürünler koymaya çalışmak; dergi çıkarıyorsak, bize gelen yazıları, benimsediğim hedef çerçevesinde, bir de dil ve üslûp açısından değerlendirmeye tâbi tutmak; iki satır bile olsa, yazdıklarımızı zevk-i selim çerçevesinde yazmayı denemek; bilmiyorsak, dilini-üslûbunu güzel ve doğru Türkçe’ye daha uygun, daha yakın gördüğümüz kimseleri kendimize örnek edinmek, böylece zaman içerisinde kendi üslûbumuzu oluşturmak en iyi hareket tarzı olsa gerek..

Fakirin aklı ancak bu kadarına yetiyor ve gerisini okuyucunun ve konuya ilgi duyanların ferâsetine ve zevk-i selimine havâle ediyor.

_________

* Bu yazı, daha önce şurada yayımlanmıştır: Türk Yurdu, XXI/161-163 (Şubat-Mart), s. 400-410.