Yayınlarım...

Popüler Yazılarım-22                                                                    Prof. Dr. Fahri UNAN

Sayfa Sonuna Git

TÜRK DÜNYÂSINDAKİ SON GELİŞMELER NASIL GÖRÜLMELİ?*

Sovyetler Birliği’nin dağılmasının ve bunun sonunda on beş civârında yeni müstakil devletin ortaya çıkışının üzerinden hemen hemen on beş yıl geçti. Bu süreçte bağımsızlıklarını elde eden Âzerbaycan, Kazakistan, Kırgızistan, Özbekistan ve Türkmenistan, büyük Türk dünyâsının parçaları olmaları açısından, bizim için son derece ehemmiyetli idiler. 1990’ların başlarında bağımsızlıklarına kavuşan bu Türk devletlerinin kendilerini içinde buldukları en büyük problem, ekonomik ve bunun beslediği sosyal sıkıntılar oldu. Gerçi Sovyet coğrafyasının batısında yer alan ve aynı süreçte bağımsızlıklarını elde eden diğer devletlerin de benzer sıkıntıları vardı. Ancak, bunlardan bilhassa Baltık Denizi çevresinde yer alanlar, Sovyetler Birliği’nin tahakkümü altına İkinci Dünyâ Savaşı’nın ardından girdikleri için, yakın geçmişlerinde dikkate değer birikimleri bulunuyordu; modern devlet ve yönetim sistemlerini az-çok tanıyorlardı; Avrupa’ya daha yakın idiler. Bunlar ve benzeri avantajlar dolayısıyla, Sovyetlerin dağılmasının ardından içine düştükleri ekonomik ve sosyal sıkıntıları çözmenin yolunu, Türk dünyâsında ortaya çıkan yeni devletlere nisbetle biraz daha kolay buldular. Bununla birlikte, söz konusu devletlerin de henüz tamâmiyle düzlüğe çıktıkları söylenemez. Yeni Türk cumhûriyetleri ise, yüz küsûr yılı aşkın bir süredir Rus tahakkümü altında idiler. Hattâ Kazakistan gibi, içlerinden bâzıları neredeyse iki yüz yıldır Rus baskısı ve tahakkümü altında kalmışlardı. Üstelik, yakın geçmişlerinde modern çağın devlet sistemlerini ve yönetim anlayışlarını da pek tanımamışlardı. Buralarda sosyal bakımdan güçlü bir kabîlecilik anlayışı hâkimdi; modern mânâda millet olma yolunda aldıkları mesâfe neredeyse sıfırdı; yakın geçmişlerinde uzun dönem ayakta kalmış, teşkilâtlı ve modern bir devlet yapıları da bulunmuyordu.

Bütün bu olumsuzluklara ek olarak, Sovyet yöneticileri –aslında ve gerçekte Ruslar–, kurdukları sistemin bütün kilit noktalarını kendileri tutmuşlar, müstemleke gibi görüp değerlendirdikleri Türk topraklarındaki insanları ciddî karar mevki’lerinden mümkün mertebe uzak tutmaya çalışmışlardı. Bu sebeple, Rus tahakkümü altındaki Türk topraklarında yaşayan Türk soylu eğitim görmüş insanlar bile, bir devleti idâre etmek için gerekli bilgi ve becerileri yeterince edinmiş değillerdi. Kendilerini Sovyetlerin dağılmasıyla ortaya çıkan yeni Türk devletlerinin idâre mekanizmalarının başlarında bulanlar ise, esas îtibâriyle Sovyet sistemi içerisinde yetişmişler; bu sistemin değerleriyle, anlayışıyla ve dünyâya bakışı ile büyümüşler; komünist rejimin devlet teşkilâtının dışında başka bir yapı tanımamışlar; âcil durumlarda inisiyatif kullanarak hızlı karar alabilme kābiliyetleri gelişmemiş; bütün bunlara ek olarak gerçek mânâda kabîlecilik anlayışını aşamamış kimselerdi. Diğer taraftan, Sovyet idâresi döneminde mühim ve ciddî bütün kararlar merkezden alınıp empoze edildiği ve uygulama alanına aktarıldığı için, bunlar, ülkelerinde idâreyi ellerine alıp, deyim yerinde ise, gemilerini bizzat yürütme durumuyla karşı karşıya kaldıklarında, kendilerine doğru rotalar belirlemekte gerçekten zorlandılar. Bildikleri sistem, sâdece ve sâdece komünist sistemdi. Bu sistemin dinamikleri ise, zâten işe yaramadığı için bizzat Sovyetler çökmüştü; diğer bir deyişle, bu sistemin içinde yaşadığımız modern dünyâda devlet gemisini yürütme kābiliyeti çoktan sıfırlanmıştı.

Böyle bir durum, yâni zor durumda kalınca, bu zorluğu göğüsleyebilmek için bizzat ve doğru karar verme, bu kararı vakit geçirmeden uygulamaya koyma kābiliyetinin yeterince gelişmemesi, bu devletlerin sivil insanları için de söz konusu idi. Sovyet döneminde iş yapabilme, para kazanma, kendi ayakları üzerinde durmak için neler yapılması gerektiği gibi hususlar, bunların önlerine hazır reçeteler hâlinde konulmuştu. Hür teşebbüs zihniyeti gelişmemiş; ticârî düşünme anlayışı edinilememiş; ekmek kapısı olarak sâdece ve münhasıran “devlet kapısı” görülmüştü. Şimdi böyle bir devlet yoktu; dolayısıyla “ekmek” de yoktu. Sovyetlerin çökmesiyle birlikte, neredeyse bütün iş imkânları ortadan kalkmış; fabrikaların hemen tamâmı faaliyetlerini durdurmuşlar veyâ işlemez hâle gelmişlerdi. Bu durum, insanların psikolojileri üzerinde büyük bir çöküntüye yol açtı. Bu çöküntü, berâberinde ahlâkî çöküntüyü de getirdi. Hırsızlık, yankesicilik, dolandırıcılık, kap-kaç, rüşvet, fuhuş ve zâten yaygın olan içki, sosyal hayâtı şirâzesinden çıkardı. Bizzat çalışıp para kazanma becerisinin ve kābiliyetinin gelişmemiş olması, insanların gözlerini başka insanların üzerlerine ve ellerine çevirmelerine yol açtı. Kolay yoldan para kazanma ve hayâtı idâme ettirme arzûsu herkesi sardı. Artık, yavaş yavaş dış dünyânın pencereleri de açılmıştı; diğer ülkelerin insanlarının kendilerine nisbetle oldukça konforlu bir hayat yaşadıkları; kendilerinin de aynı veyâ benzer hayat standartlarına lâyık oldukları düşüncesi, berâberinde kıskançlığı getirdi. Bilhassa, ekonomik durumları nisbeten iyi olan insanlar, zenginler ve yabancılar, bu kıskançlığın boy hedefi hâline geldiler. Bu insanların kendilerini, kendi devletlerinin imkânlarını sömürdükleri, dolayısıyla sırf bu sebeple kendilerinin böyle kötü durumlara düştükleri düşünceleri yaygınlaştı. Bu düşünceler, geçmişte komünist sistemin “kapitalizmi”, “sermâyeyi” en büyük “öcü” olarak propaganda etmiş olması dolayısıyla, zâten güçlü bir zemîne de sâhipti. Bütün bunlara ilâveten, eski alışkanlıkların bir devâmı olarak, “ekmeği devletten bekleme” dürtüleri de yeniden ve hızla yaygınlaşmaya başladı. Devlet, bu isteği karşılayamayınca, herkesi bir öfke sardı. Bu öfkenin boyutları oldukça genişti. Yeni Türk devletlerinin idârecilerinin bu öfkeyi körükleyen bir takım icraatları ise, bütün olumsuzlukların üzerlerine tüy diktiler. Bu idârecilerin, devletin mühim imkânlarının çoğunu, kendi yakınlarına, eş-dostlarına, kendi kabîle mensuplarına, kendi ideoloji yandaşlarına veyâ kendilerini destekleyen etkili çevrelere yönlendirmeleri, kıskançlığı ve öfkeyi daha da körüklediler.

Bir örnek vermek gerekirse, kısa bir süre önce iktidârın el-değiştirdiği Kırgızistan’da yaşanan durum, hemen hemen aynen böyleydi. Sâbık Cumhurbaşkanı Aksar Akayev, devletin bütün imkânlarını kendisinin kullandığı, bu imkânları yakınlarına peşkeş çektiği, halka gitmesi gereken devlet parasını zimmetine geçirdiği, ülkenin her tarafında açılan marketlerin veyâ süpermarketlerin sâhibi olduğu, deyim yerinde ise, “bakkalcılık” yapmaya kadar ekonomik faaliyetlerin içinde bulunduğu, aç insanların seslerine kulak vermediği, sâdece yakınlarını ve eşinidostunu zengin etmenin yollarını aradığı; rakipleri durumundaki kimselerin önlerini devlet imkânlarını ve iktidar gücünü kullanarak tıkadığı ve böylece âdetâ bir diktatörlük kurduğu; ülkenin ekonomik durumunu yükseltmek, insanları sefâletten kurtarmak ve sosyal huzûru sağlamak için ciddî sayılabilecek hiçbir adım atmadığı.. gibi suçlamalara hedef olmuş; bunun sonunda kabaran sosyal patlamanın netîcesinde iktidârını kaybetmişti. Benzer şikâyetlerin, baskıcı yönetimlerden fırsat bulup ağızlarını açma imkânına kavuşmaları durumunda, diğer Türk cumhûriyetlerinde yaşayan insanlar tarafından da dile getirileceklerine, bizce, hiç şüphe yoktur.

Şu son günlerde, Kırgızistan’da veyâ diğer eski Sovyet cumhûriyetlerinde yaşanan hâdiselere benzer gelişmeler Özbekistan’da da yaşanıyor. Özbekistan devlet başkanı İslâm Kerimov, diğer Türk cumhûriyetlerinin idârecileri arasında en diktatörü olarak bilinmektedir. Aksar Akayev ise, bunların en demokratları idi. Dolayısıyla, ülkesindeki muhâlefet direnişine silâhla karşılık vermeyi tercih etmedi. İstese, pek muhtemeldir ki, o da Kerimov’un yaptığını yapar, pek çok insanın kanını dökebilirdi. Kerimov, sistem olarak eski baskıcı Sovyet yönetim biçimini neredeyse aynen sürdürmek hevesindedir. Kendisine yönelen muhâlefeti ya anlamamakta veyâ anlamaz gözükmektedir. İkinci ihtimal çok daha güçlüdür. Kerimov’un baskıcı rejimi, sosyal ve ekonomik sıkıntılarla birleşince, insanları ciddî bir çıkmaza, önce psikolojik, sonra da fiilî tepkiye sürüklemiştir. Kerimov, kendisine görünüşte etkili bir silâh da bulmuş gibidir. Kendisine yönelik muhâlefeti, “ radikal İslâm” olarak isimlendirmek, işine gelmektedir. Oysa, bu muhâlefetin “radikal İslâm”lıkla ilgisi neredeyse yok gibidir. Bu şekilde sert davranmakla, kendisine dışarıdan veyâ hür dünyâdan yöneltilecek tepkileri etkisizleştirmek veyâ en aza indirmek; kendi haklılığını ispatlamak gayretindedir. Oysa insanlar, bu ülkede baskıdan bunalmış, ekonomik sıkıntı altında ezilmiş, düşüncelerini idârecilere duyuramaz duruma gelmişlerdir. Andican’da 500 kişiyi bir çırpıda öldüren Kerimov’un, aynı hâdisiler olduğu takdirde diğer şehirlerde de aynı şeyi yapacağı beklenmelidir. Üstelik Kerimov, çevresindeki ülkelerin insanlarına karşı da, en hafif deyimle, saygısızdır. Meselâ, Andican hâdiseleri dolayısıyla televizyondan halka hitap ederken, bu tür hâdiselerde rol alan insanları “pis ve aptal Kırgızları örnek almak”la suçlayabilmiştir. Hâdiseleri kan ve göz yaşıyla bastırma girişimi, uzun vâdede Kerimov’a bir şey kazandırmayacak, kendisine duyulan nefreti daha da artıracaktır.

Âzerbaycan’da, Kazakistan’da veyâ Türkmenistan’da da yakın bir gelecekte benzer hâdiselerin vukû’bulması şaşırtıcı olmamalıdır. Kezâ, bu ülkelerin bugünkü idârecilerinin Kerimov’un yolunu tâkip edecekleri de şüphesizdir. Bu ülkelerde devlet mekanizmasını ellerinde tutanlar, esas îtibâriyle demokrasiye, insan haklarına veyâ benzeri mâsum isteklere, gönüllü olarak olumlu cevap verebilecek bir zihniyete sâhip değillerdir; kendi şahsî iktidarlarını her ne pahasına olursa olsun sürdürmek istemektedirler. Muhâlefet hareketleri veyâ muhâlif sesler, bunların zihniyet dünyâlarına “hâinlik, hâyinler” veyâ “dış güçlerin maşaları” olarak yansımaktadır. Vukû’bulan hâdiseleri sağduyu ile değerlendirmek, insanlarını ekonomik sıkıntının cenderesinden kurtarmak, ülkelerini hür dünyânın bir parçası hâline getirecek olumlu adımları atmak, ülke yönetimine halkı ortak etmek gibi insânî ve demokratik tavırları, bu coğrafyanın yöneticilerinden daha bir süre zor göremeyeceğiz.

Burada bir noktanın altının çizilmesinde fayda vardır: Sovyetler Birliği’nin dağılmasıyla ortaya çıkan yeni bağımsız devletlerin bir çoğunda ortaya çıkan sosyal ve siyâsî huzursuzlukların temelinde, bizce, esas îtibâriyle, işte bu siyâsî, sosyal ve psikolojik durum yatmaktadır. Asıl sıkıntı, büyük ölçüde ekonomiktir. Meselâ Gürcistan’da, Ukrayna’da ve Kırgızistan’da gerçekleşen iktidar değişikliklerinin, rengârenk “devrim”lerin temelinde, esas îtibâriyle daha fazla hürriyet talebi, daha fazla demokrasi, daha fazla katılım isteği… birinci plânda yer almamaktadır. Bunlar bizce ikinci veyâ üçüncü dereceden faktörlerdir. Olup bitenler büyük ölçüde “ekmek kaygısı ve kavgası”dır. Diğer taraftan, bu ülkelerin mevcut nüfûsları ve sâhip oldukları yer-altı ve yer-üstü zenginlikleri göz önünde alındığında, insanların böylesine güçlü bir gelecek endîşesine ve “ekmek kaygısına” düşmeleri anlaşılır gibi değildir. Meselâ, en basitinden Kırgızistan’da 4-5 milyondan ibâret insanları, diğer bir deyişle Ankara kadarcık bir nüfûsu doyurma konusunda karşılaşılan ve bir türlü çözüm bulunamayan güçlüğü anlamak veyâ îzah etmek zor gözükmektedir …

Bu noktada, bizce açıkça bir beceriksizlik, yönetme ve öncelikleri plânlama sanatını bilmeme; modası ve zamânı geçmiş bir sisteme dayanarak devlet çarkını döndürmeye çalışma anlayışı ve diktatörlük hevesleri söz konusu olsa gerektir. Bir iddiâ olmaktan öte, açıkça ifâde edebiliriz ki, eğer bu ülkelerde ekonomik durum iyi veyâ en azından iyileşme yönünde gözle görülür gelişmeler müşâhede edilmiş olsaydı, bugün yönetim kademelerine yöneltilen suçlamaların en az yarısı duyulmayacaktı. Zîrâ, bu coğrafyada dünden bugüne hâkimiyetini sürdüren devlet ve yönetim anlayışları, insanlara, “devletin mutlak itaatkârları” olmanın ötesinde bir zihniyet aşılamamışlardı. Dolayısıyla, insan hakları, demokrasi, yönetime katılım, vs. gibi talepler de yaygın bir şekilde duyulmayacaktı. Öteden beri bilinmeyen “şey”lerin istenmesi, kimin aklına gelir ki!?

Böyle bir manzara karşısında, sâhip oldukları ekonomik imkânlar ve konjonktürel stratejik önemleri göz önüne alındığında, bu devletlerin kendi hâllerine bırakılmalarını beklemek saf-dillik olurdu. Diğer bir deyişle, dış güçlerin devreye girmeleri kaçınılmazdı. Türk dünyâsı, dün olduğu gibi bugün de emperyalist devletlerin iştahlarını kabartacak zenginliklere ve jeo-stratejik avantajlara sâhiptir. Rus, Amerikan ve Çin’in çıkarları bu bölgede biribirleriyle çelişmekte; her biri bu coğrafyaya yerleşme, bölgenin ekonomik ve stratejik imkânlarını kontrol altına almak istemektedirler. Şu yakın geçmişte eski Sovyet cumhûriyetlerinde cereyan eden hâdiseleri ve gerçekleşen değişiklikleri kontrol etmede Amerika Birleşik Devletleri’nin aktif bir rol oynadığı muhakkaktır. Diğer emperyalist güçlere kıyasla, ABD birkaç adım önde gözükmektedir. Öyle görülüyor ki, ABD dağılan Sovyetler Birliği’nin batı bölgelerinde olduğu gibi, Kafkaslarda ve Türkistan’da siyâsî ve sosyal hâdiseleri yönlendirmede son derece etkili olmaktadır. Tabiî ki, Amerika’nın bu bölgeye yerleşmesine, burada bulunan ülkelerin eski Sovyet rejiminin uzantısı olmaktan öte geçemeyen yetersiz devlet adamlarının uygulamaları da güçlü bir zemin hazırlamaktadır.

Bütün bu gelişmelere Türkiye nasıl bakmaktadır?.. Tuhaf bir soru değil mi? Türkiye’de idârecilerin “olayları endîşe ile izlemekten” öte bir kaygıları var mıdır ki!?..

_________

* Bu yazı, daha önce şurada yayımlandı: Türk Yurdu, XXV/214 (Haziran 2005), s. 27-29.