Yayınlarım...

Popüler Yazılarım-3                                                                      Prof. Dr. Fahri UNAN

Sayfa Sonuna Git

 

POLİTİKA ÇIKMAZINDAKİ KÜRT MESELESİ*

20 Ekim seçimleri dolayısıyla üzerinde en fazla spekülasyon yapılan konulardan birisi de -bile­rek kaşınmağa çalışıldığı intibâı uyandıran- Kürt meselesi olmuştur. Ne yazık ki, bâzı siyâsî partileri­miz sırf oy avcılığı gibi bencil bir sevdânın da pe­şine takılarak, ülkeye sürekli kan kaybettiren, bu sebeple herkesin son derce duyarlı olmak zorunda bulunduğu bir millî yarayı istismar etmekten kurtu­lamamışlardır.

Bu üzücüdür. Çünkü, işin hakîkatine bakacak olursak, böylesine nâzik bir konuda takınılan tavır­lar, tavır sâhiplerinin "bindikleri dalı" kesmelerin­den başka mânâ ifâde etmemektedir.

Kanaatimizce daha işin başlangıcında, proble­min vaz’ediliş şekli hatâlı olmuştur; tahripkâr, bölücü, tahrik edici ve kanatıcı olmuştur. Çünkü, Cumhuriyet politikalarının doğu veyâ batı ayırımı yapmaksızın, bütün vatandaşlarına karşı takındı­ğı sert ve baskıcı tavır, sanki sâdece ve münhası­ran doğu için geçerliymiş gibi gösterilmektedir. Yâni devlet, Orta ve Batı Anadolu insanını, tâbir câizse, refah ve saadete kavuşturmuş, fakat Doğu ve Güney Doğu Anadolu insanını, önceden tesbit edilmiş peşin hükümlü bir politikanın gereği ola­rak bilhassa geri bırakmış, sömürmüş, ezmiş ve onları ikinci, üçüncü sınıf insanlar olarak görmüş­tür.

İşte bu peşin kabûl, 20 Ekim seçimleri dolayı­sıyla bir kere daha, fakat bu kez üstü perdeden telaffuz edilmiştir. Bu sakat düşünceden yola çıkı­lırsa, aslında ülkenin bütün insanlarının ortak der­di olan bir konu, sanki bir kimlik ve bir Kürt milliyetçiliği problemine dönüştürülmüştür.

Hâlbuki meselenin kökleri çok daha eskilere gitmektedir. Cumhuriyet döneminden de eskilere dayanan bir geçmişi vardır. Bu yazıda, söz konusu târihî sebepleri tartışacak değiliz. Ancak, sebep her ne olursa olsun, ortada bir gerçek vardır. Do­ğu ve Güney Doğu Bölgesi, Türkiye Cumhuriyeti dönemine geri kalmış bir bölge olarak intikâl et­mişti. Bölge, tipik bir orta çağ hayâtı yaşamaktay­dı.

Bu doğru, ama, diğer bölgeler de pek farklı de­ğildi. Yüzyılımızın başında veyâ ilk çeyreğinde Do­ğu ve Güney Doğu ile Orta ve Batı Anadolu ara­sında ilerilik-gerilik bakımından çarpıcı bir fark bu­lunmuyordu.

Aynı dert, bugün de söz konusudur. Bâzı bü­yük kentler, şehirler ve buralara yakın köyler bir tarafa bırakılacak olursa, Orta Anadolu’nun bir köyünün bugünkü durumu, Doğu ve Güney Doğu Anadolu köyünün durumundan o kadar da ileri de­ğildir.

Uzun lâfa ne hâcet var... Son derece çarpıcı ör­nekler gözlerimizin önünde durmaktadır. Bu satır­ların yazarı, Türkiye’nin başşehrine sınır olan il­den, Yozgat’a bağlı bir kazâdandır. Yozgat’ın pek çok köyü ile, Doğu ve Güney Doğu Anadolu’daki bir köy arasında ne fark vardır? Daha beş-on sene öncesine kadar benim köyümde de elektrik yoktu, telefon yoktu, Doğu’daki köylerde de bulunmuyor­du. Bugün benim köyümün yolu basit bir toprak yol, Doğu’daki bir çok köyün yolu da öyle. Benim köyümde de su yok, Doğu’nun pek çok köyünde de durum aynı. Benim köyümün insanları da yaz aylarında büyük kentlere mevsimlik işçi olarak ça­lışmağa gidiyorlar, kışın geri dönüyorlar, Doğu’da­ki bir çok köyün insanı da aynı şeyi yapıyor.

Evet, benim köyümün insanı da hâlen karasa­banın peşinde yürüyor; daha yeni yeni traktörü tar­lasına sokmağa çalışıyor, Doğu’daki toprağı olan köylünün durumu da pek farklı değil. Kış gelince benim köyümün insanının da uzun süre şehirle irtibâtı kesiliyor, kendi hâline terk edilmiş bir duru­ma düşüyor; tabiat şartlarının biraz daha ağır oldu­ğu ilâve zorluklarıyla Doğu köyleri de aynı kaderi paylaşıyor.

Yüzyıllardır benim köyümün ve köylümün kapı­sını çalıp bir devlet hizmeti getiren olmadı, Do­ğu’daki köylere de kimse gitmedi. Kısacası, benim köyüm de orta çağ hayâtı yaşadı, Doğu’daki köyler de pek farklı bir hayat yaşamadı.

Ama benim köyüm en azından yüz senedir yüz hânenin altında değildi, bugün üç yüz hâneden az değildir. Fakat Doğu ve Güney Doğu’daki köyle­rin ancak dördü beşi bir araya gelince benim köyümünki kadar bir nüfûsa ulaşabilmekle, pek çoğu birer mezraa olmaktan öte geçememektedir.

Yâni, Anadolu’nun ortasındaki üç yüz hânelik bir köye de devlet hizmetleri yeni yeni girmekte. Doğu ve Güney Doğu Anadolu’daki köylere ve mezralara da.

Peki aramızdaki fark nedir?

Devlet, benim köyümü, Türk kökenli insanlar­dan oluştuğu için bir Avrupa ülkesindeki köyün du­rumuna ve refah seviyesine mi yükseltti? Benim köyümde, lise tahsîli görmüş insanların sayısı on on-beş kişiyi bulmaz; hele üniversite mezunu bir elin beş parmağı kadar bile yoktur. Doğu köylerin­de de durum üç aşağı, beş yukarı aynıdır.

Yine aynı soru:

Peki aramızda ne fark var?

Benim köyümün Orta Anadolu’da olması, baş­kentle sınırdaş bir ile bağlı bulunması, insanlarının Türk kökenli olmaları, onlara hangi imtiyâzı, han­gi refâhı temin etti?

Benim köyüm, Orta ve Batı Anadolu’daki yüz­lerce köyden bir örnek. Çevresindeki köylerin pay­laştığı kader de pek farklı değildir.

Öyleyse birbirimizi aldatmağa gerek yoktur. Devletin Doğu ve Güney Doğu’yu, sistemli bir po­litika gereği kasıtlı olarak geri bıraktığı düşünce­si bir safsatadan ibârettir. Çünkü, söz konusu geri kalmışlık sâdece Doğu ve Güney Doğu Anadolu için geçerli değildir; hemen hepimizin ortak derdi­dir. Bursa, İstanbul, İzmir, Ankara, Adana, vs. gi­bi iller gelişmiş durumdadır. Ancak, acabâ bu bü­yük yerleşim bölgelerini geliştiren devlet midir? Aslına bakılacak olursa, birer azman köyden baş­ka bir şeye benzemeyen bu şehirler de binbir sıkın­tı içinde yaşamaktadır. Çünkü biraz da coğrafî ko­numlarının itmesiyle, fakat hesaptan, kitaptan, şe­hircilik ve kaliteli hizmet anlayışından uzak, başı boş bir şekilde kendiliğinden gelişmişlerdir. Çevre­lerini yoğun bir gece-kondu şeridinin kuşattığı bu büyük şehirlere bile, devlet hizmetleri ağır-aksak, topallayarak gelebilmekte; hattâ o kadar övünül­mesine rağmen, daha Türkiye’nin başkentinde, Ankara’da düzenli bir şekilde insanlara elektrik ulaştırılamamaktadır.

İşte, devletin hizmet anlayışı şimdiye kadar bu olmuştur. Onun için, bilhassa da siyâsîlerimizin, üç beş oy için, hepimiz için geçerli olan bir proble­mi çarpıtarak karşımıza çıkarmaları son derece tu­tarsızdır.

Yoksulluk ve sefâlet istismarına kalkışılacağına, yoksulluk ve sefâletin nasıl ortadan kaldırılabi­leceği düşünülmeli, bunların çözümü için zihin yorulmalıdır.

Diğer bir propaganda konusu da baskı ve zulümdür. Evet, bunu inkâra imkân yoktur. Ancak, meseleyi realist olarak değerlendirmek, sebepleri­ni araştırıp bulmak, çözüm yollarını sağlıklı olarak tesbit etmek lâzımdır.

Cumhuriyetin ilk yıllarında, sebeplerinin burada tartışılmasına gerek bulunmayan bir takım isyanlar dolayısıyla, halkın üzerine zulme varan bir şiddetle yürünmüş ve pek çok haksızlık yapılmıştır. Fakat, bu uygulamaların da çerçevesini, gâyesini, niteliği­ni iyi tahlil etmek zorundayız. Çünkü, karşımızda bir bölgeyi hedef alan devlet baskısının ötesinde, Cumhuriyet döneminin jakoben ve tahakkümcü zihniyeti bulunmaktadır, Bu zihniyet için doğu-batı gibi ayırımlar söz konusu değildi. Çünkü, bu zihniyet, Dersim’de halka zulme varan politikalar  tâkip ederken, meselâ Menemen’de farklı davran­mamıştır! Menemen huzursuzluklarını çıkaranlara çiçek dağıtılmamıştır.

Millî mücâdelenin tereddüt ve kararsızlık orta­mında İstanbul ve Ankara arasında tercih yapar­ken -bir çoğumuza göre- hatâlı hareket edilmesi neticesinde patlak veren mevzi Konya, Yozgat, Bo­lu, vs. isyanları münâsebetiyle takınılan tavır da, Doğuya karşı takınılan tavırdan pek farklı değildi.

Esasen, bu tür komplekslerle mâlul olan Cum­huriyet politikaları, yerleştirmeğe çalıştığı yeni reji­mi ayakta tutabilmek; ülkeye her ne pahasına olur­sa olsun Batı kültür ve medeniyetini sokmak gibi despotik bir yaklaşım içerisinde yeni bir millet ya­ratmağa kalkışmak ve kendisini toplumun üzerinde, onun efendisi ve sâhibi gibi görmekten kaynak­lanan bir tavırla millete dayanmayan kararlar ala­rak, bunları zorla kabûl ettirmek sevdâsına kapıldı­ğı için, hedeflerine ulaşmak husûsunda her yolu mübah görmüş, "doğu-batı", müslim-gayr-i müslim farkı gözetmeksizin, ülkede yaşayan insanların etnik kökenlerine aldırmaksızın, bütün kesimlerin etkilendiği bir yol tâkip etmiştir.

Dolayısıyla, bu yolun önünde engel olarak görü­len her kıpırdanma, her hareket, her tepki katı ve despotik bir devlet anlayışıyla bastırılmış; milletin sarsıcı bir değişimin içine sokulduğu ve bu sebeple gösterilen tepkilerin kaçınılmaz olduğu hesâba ka­tılmamış, bilâkis, herkes potansiyel suçlu gibi gö­rülmeğe başlanmıştır. "Devlet ve politikalarımız za­rar görmesin de, halka ne olursa olsun" zihniyeti, kendisine rakip olarak gördüğü her şeyi ve herkesi bertaraf etmeğe kalkışmıştır.

Bu anlayış, devleti, nasıl halkı potansiyel suçlu olarak görmeğe alıştırmışsa, halkı da devletten so­ğutmuştur. Bunu her zaman görmek mümkündür. Türkiye’de günümüz de dâhil, kaç tâne vatandaş, bir devlet dâiresine yolu düştüğünde, "acabâ nasıl bir muâmeleye mâruz kalacağım" endîşesi taşımamıştır? Böylesine yaygın bir şüphe ve tereddüt, vatandaşta devlete karşı bir emniyet hissi bırakır mı? Devletin kendisini mutlakā koruyacağını, kendisi­ne karşı âdil ve şefkatli olacağını hayâtı boyunca pek görmeyen insanlar, nasıl olur da kendilerini devletin, daha doğrusu yönetim kademelerini dolduranların insâfına bırakabilirler?

Bu soruları cevaplandırırken, hayâlimizdeki ideal devleti bir tarafa bırakarak düşünmeliyiz. Çünkü Türkiye’de politika, bürokrasi ve yönetim mantığı, insanını ön-plâna çıkararak oluşmamıştır; dolayısıyla ona göre işlememektedir. Bir takım kāideleri körü körüne denilebilecek bir katılıkta hayâ­ta hâkim kılmağa çalışmak, cemiyeti anlayarak ona göre davranmaktan kolay görülmüştür.

Evet, devlet bir değerdir; korunması, yaşatıl­ması elzemdir. Çünkü, hür yaşayabilmek için baş­ta ona ihtiyaç vardır. Fakat, insan da bir değerdir ve hattâ en büyük değerdir, O hâlde, insanına in­san gibi muâmele yapmağı öğrenememiş bir devletin, o insanlardan bağlılık, destek ve hizmet bekle­mesi ne kadar akılcıdır? İnsanın, insan olmaktan doğan en tabiî hakları, despotik bir devleti hayâta hâkim kılmak için ayaklar altına alınamaz, alınma­malıdır! Çünkü, temelde her şey insan için, bizim için vardır.

Aslında devlet kimdir, veyâ nedir? Sınırları çi­zilmiş belli bir coğrafî mekân mı? Eğer öyle ise, kendi başına hiç bir zorlama kābiliyeti ve yaptırım gücü yoktur. Devlet diye bilinen müşahhas bir şey var mıdır? Varsa nerededir, kimdir, nasıl yaşar?

Bu suallere olumlu bir cevap verilemeyeceğine göre, ortada müşahhas bir şey yok demektir. Çünkü, devlet olarak karşımıza falanca insan, fa­lanca bey, falanca paşa, falanca “kurum” ve kuruluş­lar çıkmaktadır. Yâni, yine içimizden birileri dev­let kimliğinde karşımıza çıkmaktadır!

Öyleyse, mücerret bir devlet, kendi insanlarına haksızlık edemeyeceğine göre, her türlü haksızlığı, her türlü sûiistimâli, her türlü adâletsizliği ve zul­mü yapanlar, yine insanlardır; bizleriz. Devlet me­muru olarak bizleriz; kānun yapıcılar olarak bizle­riz, kānunları uygulayıcılar olarak bizleriz; bunlar­dan etkilenenler yine bizleriz. Diğer bir deyimle, bizler kendi kendimize zulmediyoruz.

O hâlde, geleceğimizin de kendisine bağlı oldu­ğu mücerret devleti yıkmağa kalkışmak yerine, onun adına hareket eden insanlar olarak, bizler kendimizi! düzeltelim! Devletin hâkimi olarak dü­zeltelim, savcısı olarak düzeltelim, ordusu olarak düzeltelim, eğitimcileri olarak düzeltelim, hükû­metleri olarak düzeltelim, “kurum” ve kuruluşları olarak düzeltelim! Ve tabiî, aynı devletin sınırları içinde yaşayan insanlar olarak kendimizi düzeltelim!

Kanaatimizce işte bütün problemler burada düğümlenmekledir. Bir uzuvda bir araz varsa, çâre­si onu azdırmağa, bütün vücûda yaymağa çalışmak mıdır? Bir insanın başı ağrıyorsa, ağrısını dindir­menin yolu başını kesmek midir? "Sen iyileşmezsin!" diye hastanın psikolojik mukāvemetini çökert­mek mi doğrudur?

Bugün Doğu ve Güney Doğu Anadolu’da pek çok sıkıntı vardır, bunları hiç kimse inkâr etmiyor. Fakat, bu sıkıntıları ortadan kaldırmanın yolu "ezen ve ezilen" edebiyâtı yapmaktan mı geçmekte­dir? Bugün, bölücü gruplarla yarışırcasına, bir çok siyâsetçinin yaptığı gibi bir Kürt milliyetçiliği îcâ­dı, bütün problemleri sona erdirecek midir? Ülke­nin birlik ve bütünlüğünü tartışmak, gündeme, fe­derasyon tartılmaları sokmak, ne derece akıl kârı­dır?

Doğu ve Güney Doğu Anadolu’da köken ola­rak sâdece Kürt denen insanlar mı yaşamakladır? Bu bölgede 15-20 milyon insan yaşıyorsa, bunun en fazla 4-5 milyonu Kürt denen insanlardan oluş­maktadır. Peki, geriye kalan 10-15 milyon insanın hakları ne olacak? İnsanların tamâmının saadetini, refâhını sağlamak gerekirken, 10-15 milyonluk bir insan grubunu 4-5 milyonluk başka bir insan grubunun tahakkümüne sokmak çâre midir?

Hem, Türkiye gibi pek çok etnik köke mensup insanların harman olduğu bir ülkede, kimin gerçekten hangi ırka mensup olduğunu tesbit etmek mümkün müdür? İnsanların târih sahnesine çıktıkla­rı günden ben tutulmuş şecere defterleri" mı var­dır? Bugün karşımıza Kürtçe konuşarak çıkan bir çok aşîret vardır ki, târihen sâbit olduğu üzere, 200-300 yıl önce her yönüyle Türk idi. Bugün Türkleşmiş Kürtlerin sayılarını veyâ Kürtleşmiş Türklerin mikdârını kim bilebilmektedir? İdeolo­jik saplantıları bir tarafa bırakırsak, bunun ne ehemmiyeti vardır?

Bu durum, son 60-70 yılın netîcesi de değildir. Bin yıldır bu topraklar üzerinde yaşayan insanlar, farklı milliyetlere mensup olmaktan dolayı biribirle­rini kötülememişler, küçümsememişler; birbiriyle içli-dışlı olmuşlar; kız alıp kız vermişler, akrabalık­lar kurmuşlar; aynı kaderi birlikte paylaşmışlar; or­tak bir târih yaşamışlar, aynı inançları paylaşmış­lardır. Daha 60-70 yıl önce Güney Doğu Anado­lu’da İngiliz ve Fransızlara, Doğu’da Ermenilere ve Ruslara, Ege’de Yunan’a ve İtalyan’a karşı bir­likte bu ülkeyi savunmuşlar; Kahramanmaraş "Kahraman”lığını; Gâziantep "Gâzî"liğini işte bu omuz omuza karşı koyuş sonunda kazanmıştır.

Bu ifâdeler, basit bir hamâset örneği değil, gerçeğin ifâdesidir.

Körfez Savaşı sonunda görüldüğü gibi, Ameri­kan Başkanı Bush, ordularının elde etliği başarı dolayısıyla" Amerikan milleti"ni kutlamaklaydı. Her biri başka bir etnik menşeden gelen bugünün Amerikalısı, 200 yıl içinde bir millet hâline gelirken ve hattâ bunun ifâde edilmesine kimse karşı çıkmazken, 1000 yıldan beri yanyana, koyun koyu­na yaşayan, biribiriyle içli-dışlı olan, aynı dîni, aynı kültürel değerleri, aynı kaderi paylaşan, aynı düş­manlara karşı cephede birlikle savaşan insanlar ni­çin bir millet olarak görülemezler? Amerika için geçerli görülen bir keyfiyet, Türkiye söz konusu ol­duğunda niçin geçersiz olsun? Bizim, Amerika’yı oluşturan insanların arasındaki ortak değerlerden daha fazla ortak yanımız bulunduğu inkâr edilemez.

Biribirimizden neyimiz farklıdır? Sırf dil ve var olduğu iddiâ edilen etnik yapı dışında, ortada elle tutulur, gözle görülür neler vardır? inancımız mı farklı, kıblemiz mi farklı, örf ve âdetlerimiz mi fark­lı, büyüklere ve küçüklere yaklaşımımız mı, biribirimizle ilişkilerimiz mi farklı; giyim-kuşamımız mı farklı, ırz ve nâmus anlayışımız mı farklı, yas ve dü­ğün törenlerimiz mi farklı? Neyimiz farklı? Da­mak zevkimiz mi? Urfa’nın çiğ köftesi İstan­bul’da da yenmiyor mu? Veyâ başka şehirlerde be­ğenilmiyor mu? Van’da, Bitlis’le, Bingöl’de, Kars, Artvin, Ağrı’da oynanan halk oyunları, söylenen halk ezgileri, ninnileri, türküleri, deyişleri Orta ve Batı Anadolu insanını etkilemiyor mu? Veyâ, Ru­meli ve Karadeniz türküleri, Ege’nin zeybeği Doğu ve Güney Doğu insanı için hiç bir mânâ ifâde etmiyor mu?

Bunların hiç birisi vârit olmadığına göre, bin yıldan beri içice yaşamış insanları biribirine düşürmenin kime faydası olacaktır? Bugün Türkiye sınırları içinde yaşayan ve Kürt olarak adlandırılan insanları, büyük bir kitleye, büyük kitleyi de onlara düşman etmenin mantığını anlamak mümkün değildir. Ölçülmesi, doğrulanması hemen hemen hiç mümkün olmayan, bu konuda ileri sürülen düşün­celerin spekülasyonlardan öte gitmediği bir etnik farklılık dışında, Türk ile Kürt arasında hangi uz­laşmaz farklılıkların bulunduğunu kimse ortaya ko­yamamaktadır. Bunun da bir mânâsı olmaması ge­rekir. Çünkü, hem milliyetçilik denen duyguyu öcü ve çağdışı olarak göreceksiniz ve hem de bu bölgede ortaya çıkan elle tutulur tek fark (Kürt­lük) adına milliyetçilik yapılmasını teşvik edeceksiniz!? Bu tavrı anlamak mümkün değildir. Çünkü, bilinmeden yapılıyorsa gaflet ve dalâlettir, bilinerek yapılıyorsa, kelimenin tam mânâsıyla ihânettir!

Bu düşünce, bir grubu veyâ bir zümreyi tehdit etmekten ziyâde, fiilî durumu hatırlatmaktadır. Bu­gün, başta İstanbul, Ankara, İzmir, Bursa, Konya, Adana olmak üzere, Orta ve Batı Anadolu’nun pek çok kentinde, kasabasında Doğu ve Güney Do­ğu Anadolu’dan gelip yerleşmiş, mal-mülk sâhibi olmuş, kendisine bir düzen kurmuş insan bulun­maktadır. Bunlar, gittikleri yerlerin ayrılmaz birer parçaları hâline gelmişlerdir. Bu insanlarla, o şe­hirlerin yerlileri veyâ Türk kökenli insanları arasında çıkabilecek büyük çaplı bir husûmetten kim veyâ kimler kazançlı çıkacaktır?

Kezâ, Doğu ve Güney Doğu Anadolu’nun bü­tün nüfûsu da sanıldığı gibi sâdece Kürtlerden oluşmamaktadır. Buralarda daha da tırmandırılacak bir husûmet ortamı hangi problemin çözümüne katkıda bulunacaktır?

Demek ki, mesele çok yönlüdür. Sıkıntıların çözümü, oradaki insanları huzursuz hâle getirecek, devlete güveni sarsacak ve ona düşman edecek po­litikalardan geçmemektedir. Politikacıların vazîfeleri, ülkenin bir bölgesinde yaşayan insanları, diğer bir bölümünde yaşayan insanlara karşı düşmanca hisler beslemeğe itmek, çağırmak, bu konuda onla­rı tahrik etmek, o insanların aklında yoksa, her gün yüzlerce kez tekrarlarla aklına düşmanlık ve tefrika tohumları saçmak değildir. Koltuk hırsı için insanlarımızı birbirine düşürmenin anlaşılır hiç bir tarafı yoktur.

Siyâsîlerimiz geri kalmışlığı istismar edecekle­rine, bu derdin çâresini aramalıdırlar. "Devlet zulüm yapıyor" yaygaraları yerine, akılcı politikalarla bunu önlemenin, sağlıklı bir ilişkiler ağı oluşturma­nın yollarını bulmalıdırlar. "İnsan hakları ihlâl ediliyor" veyâ "Kürtler eziliyor, sömürülüyor" gibi te­râneler yerine, onları seven insanlar, oturup poli­tik kaygılardan uzak, ön-yargısız, akılcı ve gerçekçi çözümler aramalıdırlar. Yoksa, Avrupalı da aynı yaygaraları koparmaktadır; onlarla aralarında bir fark kalmamakta ve kendilerinin bu ülkenin çıkar­larına hizmet edip etmedikleri konusunda ciddî tereddütlerin doğmasına vesîle olmaktadırlar.

"İnsan hakları" gibi tılsımlı kelimelerin arkası­na sığınarak, abalıya vurmak çıkar yol değildir. Çünkü, o abalı, sen, ben ve bir bütün olarak bi­ziz! Zulüm gören insanları, baskı altında tutulan kimseleri, fakirlik ve sefâlet içinde yaşayanları bulundukları kötü durumdan kurtarmanın yolu, bun­ları diline dolayarak, geleceğimizle sıkı sıkıya ilişki­si bulunan “kurum” ve kuruluşları yerin dibine batır­mak değildir, deyim yerindeyse "kendi kalemize gol atmanın” mânâsı yoktur!

Evet, devlet şimdiye kadar sâdece Doğu insanı­na değil, diğer bölgelerin insanına karşı da yeterin­ce nâzik olmamış, gerekli anlayışı ve hoşgörüyü göstermemiş; sıkıntılar iyice su yüzüne çıkıncaya kadar akılcı tedbirler almağa yanaşmamıştır. Bü­tün bunlar doğru, ama, beklentilerimizin devleti zaafa düşürmekle gerçekleşeceğini sanmak doğru mudur? Yukarıda işâret ettiğimiz gibi, nihâyet devlet de biziz! Onu, kimseyi incitmeden, kimse­nin hakkını yemeden ve ülkeyi bir felâkete götür­meden ıslâh etmeli, demokratik bir çizgiyle, bir an­layışa getirmeli, fertler arasında medenî ilişkilerin sağlıklı bir şekilde kurulmasını sağlamalıyız. Çö­züm buradadır.

Binâenaleyh, "milletime yapacağım son iyilik, Kürt meselesini çözmektir" dedikten sonra, Türki­ye’nin siyâsî yapısı ile ilgili olarak federasyonun bile râhatça tartışılmasını istemek ve bunu bir de­mokratik tavırmış gibi göstermeğe kalkışmak inan­dırıcı olmaktan uzaktır. Böyle bir düşünceyi savu­nan üst seviyedeki siyâsetçilerin her şeyden önce iyi ve kötü mefhumlarının ne mânâya geldiğini yeniden düşünmeleri lâzımdır. Yapılacak son iyili­ğin "hangi milletin iyiliğine " olduğunu veyâ "milletinizin adının ne” olduğunu sormak, bu ülkenin sınırları içinde yaşayan, dolayısıyla kendi kaderi ile ülkenin kaderi bir noktada birleşen herkesin en ta­biî hakkı olarak görülmelidir.

__________

* Bu yazı daha önce şurada yayımlanmıştır: Türk Yurdu, XI/51 (Kasım 1991), s. 4-8.