Yayınlarım...

Popüler Yazılarım-6                                                                      Prof. Dr. Fahri UNAN

Sayfa Sonuna Git

TÜRKİYE’NİN YAKIN TÂRİHİNİN TAHLÎLİ VE EROL GÜNGÖR*

Asırların Devlet-i Aliyye’si Osmanlı devleti, XIX. yüzyılın ortalarına doğru hızlı bir idârî, siyâsî, hukûkî, içtimâî ve kültürel değişimin içerisine girmişti. Bu köklü değişimden en fazla etkilenenler, devletin millet-i hâkimesi olarak görülen Türkler oldular. Gerçekten de, bu dönemde Batı ile kurulan sıkı temaslar ve Tanzîmat yöneticilerinin ıslâhatlar adı altında peyderpey uygulamağa koydukları çeşitli düzenlemeler, kısa bir zaman zarfında başta devlet yöneticileri ve bunlarla kaderlerini bir noktada birleştirmiş bulunan okur-yazar takımı olmak üzere, millet-i hâkimenin zihniyet dünyâsını alt-üst etti. Öncelikle değerler sistemi sarsıldı; asırlardan beri siyâsî, idârî, hukûkî ve hattâ dînî/ahlâkî hayâtın rotasını çizen ve düşünce alt-yapısını şekillendiren mihenk taşlarının doğruluğuna dâir belirli kesimlerde bir süredir zihinleri işgal eden şüpheler daha da artmağa başladı.

Hangi gerekçelerle ve hangi haklı sâiklerle yola çıkılırsa çıkılsın, girişilen yeni uygulamalar için ne tür argümanlar ileri sürülürse sürülsün, öyle görülüyor ki, XIX. yüzyılda gerek devlet mekanizmasını ilgilendiren, gerekse bir bütün olarak cemiyeti hedef alan ve adına ıslâhat denilen düzenlemelerin; bu düzenlemeler çerçevesinde ikāme olunan bir takım müessese ve teşkilâtların arkasında işte böyle bir şüphe yatmaktadır. Bu, hem idârecilerin ekseriyetinin ve hem de muhtelif sebep ve sâiklerle onlarla birlikte hareket eden okur-yazar veyâ aydın takımının belirli bir kısmının, burada vurgulamağa çalıştığımız târihî doğrularından artık ümitlerini kestiklerini gösterir. Nitekim, uygulamağa konulan tedbirler ve umûmî olarak ihdas olunan yeni müesseseler ıslâhatlar cümlesinden sayılmakla birlikte, yapılan işin ıslâh ile çok az ilgisi bulunuyordu; çünkü, Osmanlının an’anevî sisteminin ve müesseselerinin ya yüzüne basit bir cilâ çekiliyor veyâ bunlar kendi hâllerine, diğer bir deyişle ölüme, terk edilerek hemen yanı başlarına onların fonksiyonlarını deruhte etmek üzere yenileri kuruluyordu. Binâenaleyh, bundan sonra girişiler bütün ıslâh çalışmalarının, bir bakıma târihî arka-plânı önceleri görmezden gelme, bilâhare redd ve daha sonra da ondan kaçış istikāmetine yönelmesi, gücünü biraz da bu duygudan almış olmalıdır. Zîrâ, görünüşe göre, geçmiş ve onun doğruları, XVII. asrın sonlarından îtibâren Batı karşısında gittikçe artan bir şekilde yaşanan mağlûbiyetleri engelleyememişti! Öyleyse, hâlâ onlardan medet ummanın mânâsı yoktu; onları ıslâh veyâ en azından kolayını seçerek terk etmek gerekirdi... Ki, devleti kurtarmak ve yaşatmak mümkün olabilsin.

Farklı bakış açılarından farklı mânâlar verilse bile, bizim burada sözünü ettiğimiz kaçışın adına bugün daha ziyâde Batılılaşma denmektedir. Mefhum olarak Batılılaşma, XIX. yüzyılda, Osmanlının iki yüz yıldan beri kötü giden tâlihini değiştirecek yegâne sihirli anahtar olarak görüldü. Batılılaşmak sûretiyle târihî mağlûbiyetlerimizin önünü alabilecek, devletimizi ayakta tutabilecek, çağa ayak uydurabilecek ve Avrupalılar tarafından hatırı sayılır bir devlet olarak görülecektik! Ancak, ciddî mânâda bunların hiç biri olmadı. 1920 yılına gelinceye kadar Batılılaşma yönünde atılan bütün adımlar. Zikre değer bâzı mühim başarılar da elde edilmiş olmakla birlikte, daha ziyâde şeklî kaldı. Bir takım Batı müesseselerinin benzerlerini ihdas etmenin ötesinde rasyonel mânâda fazla bir şey yapılamadı; ancak, yaşanan sıkıntılara tam olarak çözüm üretemese bile, bir yekpârelik arz eden eski sistem de büyük yara aldı; bir süre sonra ortada ne eski değerlerimiz, ne o değerlere dayalı olarak yaşayan devletimiz kaldı; ne yeni değerler üretebildik ve ne de benzemeğe çalıştığımız dünyânın doğrularını elde edebildik.

Fakat, her hâlükârda Batılılaşmağa mecburduk! Dolayısıyla, imparatorluktan cumhûriyete geçerken, Osmanlının bütün dayanaklarını ve doğrularını terk ve inkâr etmek sûretiyle, onunla hiç bir ilişkimizin kalmadığını îlan etmemize rağmen, Osmanlının son yüzyılında değişmez hedef hâline getirilen Batılılaşma politikasını aynen ve hattâ daha da büyük bir iştiyakla tevârüs ettik; daha radikal teşebbüslere eski kimliğimizden bütünüyle sıyrılmağa çalıştık; Batı dünyâsının hatırı sayılır bir üyesi olmak arzûsuyla kendi târihimize ve kültürümüze karşı mukaddes bir savaş başlattık!.. Böylece, 1950’lere gelinceye kadar, kelimenin tam mânâsıyla bir kültür ihtilâli dönemi yaşadık. Bugün de aynı yolda ve aynı azimle çalışıyoruz!..

Buraya kadar kalın çizgilerle resmetmeğe çalıştığımız son bir buçuk asırlık târihî mâcerâmızın hedefi üzerinde bugüne kadar çok söz söylendi, yazılıp çizildi. Ancak, bütün söylenenlerin ve yazılıp çizilenlerin rasyonel bir bakış açısını yansıttığı, sosyolojik bir zemîne dayandığı ve târihî realiteye uygun olduğu pek şüphelidir. Çünkü, söylenen şeylerin ekseriyeti, mutlak bir peşin hükme dayandırılmıştır: Dünü ve onun değerlerini boğmasaydık, o bizi boğacaktı!..Ayağımızı bağlayan bukağılardan kurtulmak için dün defterinin kapatılması, onda şekillenen kıymet hükümlerinin orada bırakılması ve ondan intikal eden kültürel kıymetlerin yok sayılması lâzımdı!

Hâlbuki, söz konusu mâcerâmız, her hangi bir peşin hükümle mâlul olmayan başka bakış açılarıyla da incelenmek durumundaydı. Ne var ki, önünü görmez katı bir devrimbazlık ve bu devrim ideolojisinin bize yeni inanç dünyâmız olarak dayattığı çağdaş tabular, burada sözü edilen meselenin ilmî ve rasyonel bir bakış açısıyla incelenmesine imkân tanımadı. Zihinleri bütünüyle istilâ eden devrim coşkumuz, meselenin rasyonel bir bakış açısıyla incelenmesi şöyle dursun, böyle bir ihtiyâcı hissettirmedi bile. Batılılaşma mâcerâmızı sağduyu ile inceleyememiş olmamız, bugün karşımıza içinden çıkamadığımız ve hattâ mânâlandırmakta güçlük çektiğimiz problemler çıkardı.

Yakın târihimizde yaşadığımız ve yukarıda kısaca hulâsa edilen Batılılaşma mâcerâmızın seyir defteri, bugün hâlâ açıktır; hâlâ ciddî bir şekilde okuyacak, inceleyecek ve sosyo-psikolojik bir bakış açısıyla değerlendirecek ciddî ilim adamlarını beklemektedir. İşte böyle bir Nisan ayında (24 Nisan 1983) kaybetmiş olduğumuz merhum Erol Güngör, burada sözü edilen seyir defterini doğru bir bakış açısıyla, ilmî bir yaklaşımla ve hepsinden ehemmiyetlisi hiç bir komplekse kapılmadan okuyan, inceleyen ve mânâlandırmağa çalışan nâdir aydınlarımızdan biriydi. Oldukça genç yaşta ve en verimli çağında kaybettiğimiz merhum Erol Güngör yazdığı sayısız makāle ile, Türk milletinin son yüzyılda yaşadığı sosyal ve kültürel değişimi, bizzat ana-kaynaklara muttali’ olabilecek ilmî bir birikimin ışığı altında çok çeşitli cephelerden incelemeğe, anlamağa, değerlendirmeğe ve anlatmağa çalıştı. Onda, Cumhûriyet dönemi aydınlarının ekseriyetinde görülen dün kompleksi kat’iyyen yoktu; diğer bir deyişle, Erol Güngör, teşrih masasına yatırdığı yakın târihin bir mensûbu olmaktan hiç utanmadı; bilâkis kendisini ve içinde yaşadığı cemiyeti, bu geçmişin bir ürünü olarak gördü. Buna rağmen, onun Türkiye’de bugün yeterince tanındığı ve anlaşıldığı söylenemez.

Merhum Erol Güngör’ün bugün Türkiye’de, sınırlı bir çevrenin dışında, fazla tanınmayan, düşünceleri üzerinde durulmayan veyâ bilinerek târihin karanlıklarına itilmek istenen bir aydınımız olmasının sebebi, belki de burada sözünü ettiğimiz dünle ve onun değerleri ile barışık bir şahsiyet olmasından kaynaklanmaktadır. Esâsen, Cumhûriyet dönemi Türkiye’sinde –günümüzde medya adıyla anılan– basın ve yayın âlemi, başlangıçta hızlı devrimcilerin, daha sonra da ekseriyetle devrimci-sol çevrelerin inhisârında kalmıştı. Bu durum, bugün de fazla bir değişikliğe uğramadan devam etmektedir. Kendilerini belirli düşünce kalıplarının içine hapsettikten sonra, hâdiselere ve şahsiyetlere yaklaşan bu çevreler, kendileri gibi düşünmeyen ve hâdiseleri kendileri gibi değerlendirmeyen kişileri ya görmezden geldiler veyâ karalama yolunu tercih ettiler. Merhum Erol Güngör’ün düşünce ufkunu tahayyül bile edemeyecek kapasitedeki pek çok insanın ismini, cibilliyeti mâlum bu medya, güçlü propaganda silâhı ile her gün zihinlerimize âdetâ kazımaktadır. Erol Güngör gibi şahsiyetlerin tanıtılması, düşünce dünyâlarının cemiyete açılması, ne yazık ki, mümkün olmuyor.

Erol Güngör eğer fikren sol cenahta yer almış birisi olsaydı, biz emîniz ki, bugüne kadar adına ne vakıflar kurulur, ne sempozyumlar, ne paneller tertiplenir ve ölüm yıldönümünde adı etrâfında ne gürültülü ‘kültürel etkinlikler’ tertiplenirdi. Onunla aynı fikirleri paylaşan, aynı hisleri duyan ve aynı inanca mensup olanlar ise, başka örneklerde de sık sık görüldüğü üzere, ekseriyeti teşkil etmelerine rağmen, ne yazık ki, pek de vefâkar değillerdir. Oysa merhum Erol Güngör, son yüzyılımızda yetiştirebildiğimiz –belki de kendi kendini yetiştiren dememiz daha doğru olur– nâdir değerlerden biridir. Bize öyle geliyor ki, eğer Cumhûriyet döneminde bir kaç tâne daha Erol Güngör yetişebilse; kendilerine geniş imkânlar sağlanabilse; bunların düşünce ufuklarının önündeki tabuları kaldırabilse; siyâsî, hukûkî ve sosyo-kültürel politikalarımız bu gibi şahsiyetlerin yakın geçmişimiz ve cemiyetimizle ilgili komplekssiz çalışmalara yardımcı olabilse idi, bugün içinde yaşadığımız sosyal ve kültürel sıkıntılarımızın çoğunu yaşamazdık!..

Ölümünün on üçüncü yılını idrâk ettiğimiz merhum Erol Güngör’ü, bu kısa yazıda bütün yönleriyle ve düşünceleriyle ele almak, maalesef, mümkün olmayacaktır. Biz bu yazımızda, onun ele aldığı ve üzerinde zihin yorduğu meselelerden sâdece birisini, ana-hatlarıyla gözden geçirmek ve bu vesîleyle merhûmu bir kere daha rahmetle anmak istiyoruz.

Erol Güngör’ün zihin yorduğu konular arasında, İslâm’ın meseleleri mühim bir yer tutar. Onun İslâmın Bugünkü Meseleleri adlı eseri, hicretin XV. yüzyılına armağan olarak hazırlanmış ve ilk baskısı 1981 yılında yapılmış ve bugüne kadar defalarca basılmıştır. Kendisi, doğrudan bir İslâm mütehassısı ve âlimi olmamakla birlikte, derin tecessüsünün ve ilmî zihniyetinin semeresi olarak İslâm’la ilgili müktesebâtını zenginleştirmenin yolunu bulmuş ve böylece İslâm’ın bugünkü muhtelif meseleleri ile ilgili fevkalâde dikkat çekici değerlendirmeler ortaya koyabilmiştir. Onun üzerinde zihin yorduğu meselelerden birisi de İslâm hukûkudur. Ancak, hemen belirtelim ki, o, İslâm hukûkunu bir hukukçu olarak değil, bir sosyal bilimci olarak ele alıp incelemekte ve bilhassa son yüzyılımızda İslâm hukûku ile ilgili ileri sürülen bir takım spekülasyonların ve indî değerlendirmelerin mâhiyetini ortaya koymağa, bu hukûkun lehinde ve aleyhinde ileri sürülen görüşlerin ne ölçüde gerçeği yansıttığını göstermeğe çalışmaktadır. Bu konunun, Türkiye’nin çağdaşlaşma mâcerâsı ile de yakından ilgisi bulunuyor; esâsen Erol Güngör, böyle bir meseleyi biraz da bu ciheti ile ele almaktadır.

İslâm hukûku, tabiati gereği, kaynağını dinden alan bir hukuktur. Güngör, yukarıda adı geçen kitâbında yer alan “İslâm Hukukunun Meseleleri” başlıklı yazısına, “Bugün İslâm dünyasının en önemli meselelerinden birisi de hem İslâm’a, hem modern hayata uygun bir hukuk sisteminin kurulmasıdır. Bir din sâdece insanla Tanrı arasındaki münâsebetleri değil de, aynı zamanda insanlar arasındaki münâsebetleri de düzenlediğine göre, o dinin mensupları en azından kendi aralarında inandıkları dinin prensiplerinin geçerli olmasını isteyeceklerdir.” cümlesiyle başlar. Bu, işin tabiati gereğidir. Aksine uygulamalar, insanları huzursuzluğa itmekte ve sosyal kargaşalara yol açmaktadır. Nitekim, kendisinin de belirttiği gibi, XIX, yüzyıldan bu yana bir çok İslâm ülkesinde Batı kaynaklı çeşitli kānunların kabûl edilip yürürlüğe konması, söz konusu kānunlardan beklenen faydaları temin edeceği yerde, “çeşitli derecelerde huzursuzluklara yol açmış bulunuyor.” Güngör, bu huzursuzlukların, sanıldığı gibi, modern hukuk sistemine karşı bir tepkiden kaynaklanmadığı, bilâkis yabancı bir kültürün ürünü olan kānunların yeri hukuk hiç gözetilmeden, olduğu gibi alınması yüzünden yaşandığı düşüncesindedir. Demek ki burada bir kültürel uyumsuzluk, deyim yerinde ise, bir kan uyuşmazlığı söz konusudur. Erol Güngör, sözünü ettiği huzursuzların sosyal ve psikolojik sebeplerini de tesbit eder: İslâm ülkelerinde, İslâm kültürünün dışında teşekkül etmiş bir hukûkun kabûlüne yönelik düşünceler, esas olarak bu ülkelerin son derece sıkıntılı oldukları bir zaman diliminde ortaya çıkmıştır. Diğer bir deyişle, İslâm ülkeleri yabancı hukuk kāidelerini veyâ metinlerini iktibas ihtiyâcını kendi târihî, kültürel ve sosyal gelişmelerinin tabiî bir netîcesi olarak değil, emperyalist saldırılar ve zorlamalar sonunda duymuşlardır. Batılı emperyalist ülkeler, İslâm topraklarını işgal ettiklerinde, kendi sömürgeci zihniyetlerinin tabiî bir gereği olarak, kendi hukuk sistemlerini, çoğu zaman zorla ve bâzan câzip ambalajlar içerisinde buralara aktarmağa çalışmışlardır. Osmanlı devleti hâriç, diğer bütün İslâm beldelerinde yabancı –Batılı– hukûkun yerli –İslâm– hukûkunun yerini almağa başlaması, benzer şartlar altında vukû’ bulmuş ve bu zorlamalar, İslâm cemiyetlerinin farklı kesimlerinde farklı tepkilere ve huzursuzluklara sebep olmuştur. Osmanlılar, diğer İslâm ülkeleri gibi fiilî bir müstemleke hayâtı yaşamamışlardır. Fakat, “Osmanlılar’da Tanzimat’tan itibâren Batı tesirinin sâdece kültürel, siyâsî veya iktisâdî münâsebetlerle dolaylı bir şekilde değil, doğrudan doğruya diplomatik kanallarla da geldiğini hepimiz biliyoruz.” Erol Güngör, yakın târihin hâdiselere bakarak bu noktada fevkalâde ehemmiyetli bir husûsa parmak basar ve “Modern Türkiye’nin kurucularının ise Lozan Konferansı’nda İ’tilâf devletlerine Batı tipi bir devlet nizâmı vâdettikleri anlaşılmaktadır.” der.

Bu durum, diğer İslâm ülkelerinde de yaşanan huzursuzlukların benzerlerinin, hattâ daha şiddetlisinin niçin Cumhûriyet Türkiye’sinde vukû’ bulduğunu ortaya koymaktadır. Gerçi Batı menşe’li kānunların kabûlünü, münhasıran siyâsî sebeplerle îzah etmek tek başına mânâlı değildir. Yabancı kānunları kabûl eden İslâm ülkelerinde daha önceden yürürlükte bulunan hukuk sisteminin, XVIII. ve bilhassa XIX. ve XX. yüzyıllarda dünyâda yaşanan hızlı değişime, kendisini bütün dünyâya yayan ticârî ve iktisâdî ilişkilerden kaynaklanan problemlere aynı hızla intibak edemediği, söz konusu problemleri çözmede yetersiz kaldığı bilinmektedir. Dolayısıyla, âcil ihtiyaçları karşılamak için yeni kānunlara, yeni hukûkî düzenlemelere ihtiyaç duyulmuştur. Esâsen, bu yüzyıllara kadar bu tür problemlerle hiç karşılaşmayan ve bu sebeple böyle problemlere hazırlıksız yakalanan İslâm ülkelerinin, bir taraftan söz konusu problemleri kavrayacak nitelikte yetişmiş eleman ve diğer taraftan zaman sıkıntıları vardı. Bu durum Osmanlılar için de geçerlidir.

Burada, İslâm hukûkunun yukarıda kısaca temas ettiğimiz gelişmelere ayak uyduramamasının sebeplerini tartışacak değiliz. Ancak, bu problemin bugün de ciddî bir sıkıntı kaynağı olarak hâlâ çözüm beklediği ortadadır. Fakat, şunu belirtelim ki, bu meselenin târihî safahâtı iyi bilinmedikçe, çözüm yolunu bulmak da mümkün olmayacaktır.

Bilindiği gibi, İslâm hukûku, adından da anlaşılacağı üzere, kaynağını ve dayanaklarını esas olarak dinden alan bir hukuktur. Bu hukûkun teşekkül safhasında, pek tabiî ki, temel kaynak olarak Kur’ân kabûl edilmişti. Karşılaşılan problemlere öncelikle Kur’ân’dan cevap aranmış; Kur’an’da açık bir hüküm bulunmadığı takdirde, Peygamberin böyle bir problemle ilgili her hangi bir uygulamasının veyâ sözünün bulunup bulunmadığına bakılmıştı, Böylece devreye hukûkun dayanaklarından ikincisi yâni sünnet girmişti. Zaman içerisinde genişleyen İslâm coğrafyası ile değişen siyâsî, iktisâdî, sosyal ve kültürel şartların ortaya çıkardığı yeni problemler, hem Kur’ân’ın ve hem de hadislerin (sünnetin) yorumlanmasında ve bu problemlere çözüm üretilmesinde farklı görüşlerin ileri sürülmesine yol açacak ve bu da muhtelif hukuk ekollerinin teşekkülüne zemin hazırlayacak; böylece İslâm hukûkunun kıyas denen bir diğer kaynağı veyâ dayanağı ortaya çıkacaktır. İslâm hukuk literatüründe icmâ’ denen ve bir meselede ümmetin ileri gelenlerinin ve bilhassa âlimlerin fikir birliğini ifâde eden başka bir hukûkî dayanak (delil kaynağı) daha zikredilirse de, İslâm coğrafyasının dînin zuhûrundan çok kısa bir süre sonra hızla genişlemesi, bir mesele üzerinde fikir birliği etmesi gereken kişilerin bir araya gelmelerini fiilen imkânsızlaştırmıştır. Dolayısıyla, Kur’ân ve sünnetten sonra en mûteber hukûkî dayanak olarak kıyas metodu kullanılmıştır. Kıyas, hükmü Kur’ân ve hadislerde (sünnette) açıkça bulunmayan bir meseleyi çözmek için, bu meselenin illetini, hükmü sarih olan başka bir meselenin illeti ile karşılaştırmak ve yeni bir çözüm üretmek demektir. Böyle bir şeyi ise, ancak hukuk mütehassısları (fakihler) başarabilirlerdi. Bu mütehassısların yaptıkları şeye, içtihad denilmektedir. İçtihad, fıkın (hukuk) mütehassıslarının, açık nasslara, diğer bir ifâde ile, kesin hükümlere ve Kur’ân’ın rûhuna aykırı düşmemek şartıyla, mevcut verilerden hareketle bir mesele hakkında görüş bildirmeleri, hüküm vermeleridir. Hanefî, Mâlikî, Şâfîî ve Hanbelî gibi fıkıh ekolleri (mezhepler) işte böyle bir gelişme netîcesinde teşekkül etmişlerdir. Bu ekollerin, içtihad konusunda bâzıları akıl ve re’ye daha fazla yer vermişler; karşılaşılan problemleri çözmek için daha fazla gayret sarf etmişlerdir; bâzıları ise karşılaştıkları mesele hakkında Kur’ân’da ve sünnette açık bir hüküm yoksa, konu ile ilgili görüş bildirmekten kaçınmışlardır.

Bu fıkıh ekolleri, esas olarak IX-X. yüzyıllarda teşekküllerini tamamlamışlar; İslâm fıkhının esaslarını ana hatlarıyla tesis etmişlerdi. Sonradan gelenler ise, bu ekollerden birini veyâ diğerini benimsemek sûretiyle, onun görüşlerine tâbi olmuşlar; böylece zaman içerisinde güçlü bir nakil ve tâbi olma geleneği teşekkül etmiş; IX, ve X. yüzyıllarda ortaya atılan fıkhî görüşlere sonraki yüzyıllarda çok az ilâvelerde bulunulmuş ve bu görüşler, aradan ne kadar zaman geçerse geçsin sürekli referans kaynağı olarak kullanılmıştır. Sonradan gelenlerin, öncekilerin görüşlerine tâbi olmakla yetinmeleri ve bizzat kendilerinin görüş ileri sürmemeleri veyâ sürememeleri, daha ziyâde içtihad kapısının kapanması olarak değerlendirilir.

İslâm hukûkunun en mühim problemi de işte bu noktadan îtibâren başlıyor. Çünkü bu faraziye, yâni içtihad kapısının kapandığı fikri, aynı zamanda İslâm hukûkunun donduğu, dolayısıyla geri kaldığı düşüncesini de içine almaktadır. Erol Güngör’ün, yukarıda kısaca hulâsa olunan klâsik İslâm hukûkunun teşekkülü ile ilgili târihî tekâmülü ele aldıktan sonra, sözü bi ciddî meseleye getirdiği görülüyor: İslâm hukûkunun niçin geri kaldığı ile ilgili çeşitli görüşler vardır. Bir görüşe göre, bu hukuk, teşekkülünü müteâkıp hicrî üçüncü asırdan îtibâren, çok kısa bir süre içerisinde aşırı muhâfazakâr bir karakter kazanmış ve yeni yorumların önünü tıkamıştır. Bu hukûkun, belirtilen dönemde niçin böyle bir muhâfazakâr bir karakter kazandığı konusunda çeşitli görüşler ileri sürülebilir. Ancak bunların yeri burası değildir. Bâzı kimseler ise, dîne dayanan hukuk sistemlerini zâten çağdışı bulmaktadır. Bu hususta aydınlara en câzip gelen değerlendirme ise şudur: “... dînin değişmez prensipler üzerinde durması ve dolayısıyla çok eski zamandaki hayata ait kaidelerin çok sonraki bir hayata” uygulanması, çeşitli güçlüklere yol açmakta, “böylece din hukuku hayata intibâk” edememektedir.

Güngör, bu tür görüşlere kat’iyyen îtibar etmez. O, meselenin “sosyal değişmeler” ile ilgisi üzerinde durmakta ve bu çerçevede düşülen temel hatâya şu cümlelerle işâret etmektedir: “İslâm hukukunun gerilemesi ile ilgili görüşler, hukuku, cemiyet hayatının bir bağımsız değişkeni olarak düşüne gelmişlerdir; yâni hukuktaki değişmeler cemiyette de değişmelere yol açar diye düşünülmüştür. Nitekim bu görüş, sonraki tarihlerde Batı’dan kanun tercüme eden devlet adamlarının da başlıca dayanağı olmuştur: Cemiyeti değiştirmek isteyenler hukukî münâsebetleri değiştirmelidirler.” Merhum Erol Güngör’ün bu cümleleri, Türk cemiyetinin Tanzîmat’tan sonraki târihî mâcerâsını olduğu gibi, Cumhûriyet dönemindeki hızlı ve kısa bir sürede Batılılaşma arzûsuyla bu ülkenin insanlarının hukuk sâhasında nasıl bin cendere içine sokulduğunu, ince elenip sıkı dokunmadan kabûl edilen bir takım kānunlarla cemiyetin tabiî bünyesinin nasıl tahrip edildiğini de ortaya koymaktadır.

Bu tür kānunlar niçin ceffe’l-kalem kabûl edilmiştir? Güngör, burada da bir peşin hüküm görür. Çünkü, “Şimdiye kadar İslâm hukuku kendi başına bir hukuk sistemi olarak veya İslâm cemiyeti içindeki yeri bakımından ele alınmaktan ziyâde, İslâm dünyasındaki gerilemenin çeşitli sebepleri arasında biri olarak dikkati çekmiş bulunuyor. Bu yüzden İslâm hukukunun nerelerde başarılı olduğu değil, nerelerde başarısız olduğu meselesi önem kazanmıştır. İslâm hukukunun yetersiz kaldığı sonraki devirlerde onun taşıdığı özellikler, böyle bir yetersizliğin bulunmadığı dönemlerde de bir gerilik unsuru sayılmaktadır.

Merhum Erol Güngör, haklı olarak, İslâm hukûkunun hemen hemen XVI. yüzyılın sonlarına kadar, problemlere çözüm üretmede yetersiz kalmadığın, cemiyetin ihtiyaçlarını râhatça karşıladığını belirtir. Bu hukûkun “... yeni ihtiyaçlara cevap verecek bir gelişme gösteremediği çağlar, İslâm cemiyetinin bir bütün olarak Batı’daki gelişmelere ayak uydurmakta büyük güçlük çektiği çağlardır.” Bu çağlar da, XVI. yüzyılın sonlarına tekābül eder. Esâsen, bu döneme kadar İslâm dünyâsında sosyal hayâtın hızı son derece yavaştı. Cemiyetteki gelişmeler o kadar ağır bir tempo ile vukû’ buluyordu ki, hukûkun bu gelişmeleri tâkip edememesi ve yeni şartlara uyum sağlayamaması diye bir şey söz konusu olmamıştı. Oysa, Batı’da XIV. yüzyıldan îtibâren idrâk olunan Rönesans, büyük keşifler, ticârî münâsebetlerin çeşitlenmesi ve buna bağlı olarak insanlar ve devletler-arası ilişkilerin nitelik değiştirmesi milletlerin günlük hayatlarını hareketlendirmiş, değişim hızlanmış, bilhassa Batı’da modern hukûkun doğuşuna ve gelişmesine yol açan değişmeler hayâtın akışını da değiştirmiştir.

İşte, İslâm hukûku böyle bir gelişmeye ve değişmeye ayak uyduramadığı bir devirden îtibâren tökezlemeğe başlamıştır. Burada sözü edilen bu gelişmeler, İslâm ülkelerinin dışında cereyan ettiği için, ne İslâm hukûku âlimleri ve ne de İslâm devletleri, dünyâda olup bitenleri hakîkî mâhiyetleri ile idrâk edebilmişlerdir. Batı ile temasların arttığı bir dönemde, ilişkileri mânâlı bir zemîne oturtabilmek, Batı’da meydâna gelen değişmelerin ve gelişmelerin ürünü olan buluşların netîcelerinden faydalanabilmek için ihtiyaç duyulan hukûkî düzenlemeler, bu sebeple, yerli kaynaklara dayanılarak yapılamamış ve esâsen hâdiseler hızla akıp giderken, ne hukûkun felsefesi yapılabilmiş ve ne de mer’î hukûkun nerelerde yetersiz kaldığı ve ne yapılması gerektiği konularında zihin yorulabilmiştir. Bu da, kaçınılmaz olarak önde hazır bulunana meyle sebep olmuştur. Başta Osmanlılar olmak üzere, İslâm dünyâsında bilhassa XIX. yüzyıldan îtibâren Batı menşe’li kānunların benimsenmesinde, biraz da böyle bir târihî akışın payı vardır.

Erol Güngör’e göre, târihin dayattığı gelişmeler netîcesinde ortaya çıkan durumdan hareketle, İslâm hukûkunun sosyal hayatta karşılaşılan problemlere cevap üretemeyeceği fikri doğru değildir. Zîrâ, bu husustaki fikirlerin hiç birinin ilmî açıdan bir ciddiyeti yoktur. Çünkü, bu konuda peşin hükümlerden ve art-niyetlerden uzak, sırf ilmî endîşelerden hareketle ortaya konmuş her hangi bir çalışma bulunmamaktadır. Esâsen, bugün ortada İslâm hukûku diye tartışılan şeyin de yeniden sorgulanması gerekir. Zîrâ, bu hukûkun bünyesinde yer alan pek çok unsurun, doğrudan İslâm’la ilgisinin olmadığı; uzun târihî seyir içerisinde bir taraftan İslâm’ın kabûl etmediği bir takım örflerin, bir taraftan hükümdarların kendi irâdeleri ile vaz’ettikleri kānunların zamanla an’anevî bir hâl aldığı ve İslâmî bir kisveye büründüğü bilinmelidir. Böylece, bütün eksiklerin ve yetirsizliklerin faturasının İslâm’a ve İslâm hukûkuna kesilmesi de önlenmiş olur.

Merhum Erol Güngör, art-niyetle ve peşin hükümlerle yola çıkılmadığı takdirde, İslâm hukûkunun modern hayat için de çözümler üretebileceği düşüncesini kuvvetle belirtir. Ona göre, XIX. yüzyılın ikinci yarısında Ahmed Cevdet Paşa’nın önderliğinde başlatılan tedvin faaliyetleri, hiç de faydasız olmamıştır. Gerçi, devletin kaderiyle de bağlantılı olarak, bu faaliyetler tam bir netîceye ulaştırılamamış ise de, ortaya konan Mecelle külliyâtı, İslâm hukûkunun verilerinin ve İslâm’ın dünyâ görüşünün, ortaya güzel ürünler koyabileceğini göstermiştir.

İslâm, her şeyden önce, hukûku sâdece bir takım kānun maddelerinden ibâret görmemekte, ona ahlâkî bir veçhe de kazandırmaktadır. Bu noktada, Erol Güngör’ün bilhassa üzerinde durduğu ve adına hukûkun ufku dediği bir mefhum karşımıza çıkıyor. Bu mefhûmu, günümüzün hukûkunun ufku için de aramak ve istemek, bizce son derece yerinde bir taleptir. Hukûkun ufkunda her çağda geçerli cihan-şümûl bir takım değerler olmalıdır. Çünkü, Güngör’ün ifâdesiyle, “... hukukun ufkunda insandan başka otorite bulunmayınca, insanlar arasındaki iktidar mücadelesi sonunda hâkim olan grubun değer sistemi hukuk hâline” gelmektedir. Diğer bir deyişle, iktidar gücünü ellerinde bulunduranlar, zaman içerisinde kendi menfaatlerini bir takım hukûkî müeyyidelerle teminat altına alıyor ve sırf kendi çıkarlarını koruyan bu müeyyideleri, cemiyetin büyük kesimine hukûkî normlar olarak dayatıyorlar. Nitekim, yakın zamanlara kadar Batı’da olanlar da, bundan farklı değildir; Batı’da bu menfaat çatışmalarının ortaya çıkaracağı mahzurların giderilmesi için, tek çâre olarak yine menfaat çatışması öngörülmüştür. Hâlbuki, İslâm’da hukûkun dayanağı bir grubun veyâ zümrenin çıkarları veyâ kaprisleri değildir. “Müslümanlarda hukuk ile ahlâk birbirinden ayrılabilecek şeyler değildir; halbuki Batı’nın lâik hukuk sistemleri bu ikisi arasındaki bâzı münâsebetleri kabul etmekle birlikte esasta ayrılığa dayanmaktadır. Hukuk-ahlâk ayrılığı, hukuk sisteminin ferdî vicdânlara daha zayıf bir şekilde aksetmesine yol açabilir. Çünkü ahlâk kaideleriyle hukuk kaideleri arasındaki başlıca farklardan biri birincilerin şahsın samimî inancına dayanmalarına karşılık ikincilerde bu inancın pek az görülmesidir. Ahlâka uygun hareket eden insan yaptığı işin doğru olduğuna inanmıştır. Kanuna uyan insanın böyle olması gerekmez. Ahlâkta samimî inanç esastır, bu yüzden meselâ amcasının mirâsına kavuşmak için ona hoş görünen insan ahlâka uygun davranmış sayılmaz, ama kanunlara uyanın hangi sebeplerle uyduğu araştırılmaz, uymuş olması yeterlidir. Bu yüzden kanunlar çok defa kimin hakkını koruduğu belli olmayan keyfî ve zorlayıcı birer kaide şeklinde görülmektedir. Düzenleyici cinsten (trafik kanunu gibi) kanunlar için bu türlü bir endişe fazla söz konusu olamaz, ama medenî hukuk ve ceza hukuku gibi sâhalarda İslâm ahlâkının gözönünde tutulmaması sosyal vicdanla hukuk arasında devamlı sürtüşmelere yol açmaktadır. Eğer lâik hukuk kaideleriyle uzlaşan bir lâik ahlâk kurulabilseydi bu sürtüşmenin ortadan kaldırılması –hiç değilse teorik plânda mümkün olurdu, ama lâik ahlâk şimdilik gerçekleşmesi şüpheli bir idealden ibâret bulunmaktadır.

Türkiye’de böyle bir endîşenin siyâsîlerce de, bizzat hukukçular tarafından da hissedilmediği bilinen bir şeydir. Hattâ, böyle bir yaklaşıma hukukçuların hiç de hoş gözle bakmayacakları, bugüne kadarki tavırlarından anlaşılmaktadır. Çünkü, Erol Güngör’ün de işâret ettiği gibi, bizde hukukçular, varlık sebeplerini bugünkü sisteme borçludurlar ve onu korumadaki hassâsiyetleri ile kendi menfaatlerini veyâ sosyal mevki’lerini koruma arasında sıkı bir ilişki bulunmaktadır.

Burada, ölümünün on üçüncü yıldönümü dolayısıyla, Erol Güngör’ü bir kez daha rahmetle anarken, sözü bu son nokta ile ilgili olarak kendisine bırakalım:

Hukukçuların işgal ettiği sosyal mevki onların bilhassa siyasî mevkilere kaymalarına ve buralarda hukuk mensuplarının hem çoğunluk hem nüfuz kazanmalarına yol açıyor. Bu durumda mevkilerini ve nüfuzlarını modern hukuk sistemine borçlu bulunan bir zümrenin, bu sistemi ayakta tutmak ve pekiştirmek için her şeyi göze alması beklenir. Nitekim İslâm ülkelerinde İslâm hukukunun gözetilmesi konusunda yazanlar ve konuşanların daha ziyâde hukuk mesleği dışındakiler arasından çıktığını, hukukçuların büyük çoğunlukla Avrupa kanunlarını müdafaa ettiklerini görüyoruz. Hukukçular arasında İslâm hukukuna karşı çıkışların objektif olmaktan çok duygusal bir muhtevâ taşıması bu görüşümüzü teyit eder. Başka türlüsü zâten beklenemezdi; çünkü meselâ Türkiye’de hukuk tahsilinin müfredâtı içinde İslâm hukukunun hiç bir şekilde hücum maksadına hizmet ettiği zamanlar dışında yeri yoktur ve hukuk fakültelerinden mezun olanların çoğu İslâm hukuku denince “dört kadınla evlenme” vs. gibi son derece ilkel şeyleri düşünmektedirler.

__________

* Bu yazı, daha önce şurada yayımlanmıştır: Türk Yurdu, XVI/104 (Nisan 1996), s. 7-12.