Yayınlarım...

Popüler Yazılarım-7                                                                      Prof. Dr. Fahri UNAN

Sayfa Sonuna Git

 

İLİM DİLİ OLARAK TÜRKÇE’NİN İSTİKBÂLİ VE ÜNİVERSİTELERİMİZ*

Türkiye’de Türkçe’nin sağlıklı ve güçlü bir dil hâline gelmesi meselesi yüz küsûr yıldan beri tartışılmasına rağmen, bugün gelinen noktanın hiç de iç açıcı olmadığını görmek hazindir. Türkçe, daha Tanzîmât döneminden başlamak üzere, bir taraftan her türlü fikri, hissi ve ilmî keşfin netîcelerini ifâdeye muktedir bir dil hâline getirilmek için zenginleştirilmeğe ve güçlendirilmeğe çalışılırken, diğer taraftan bir devrim histerisi ile hareket edenlerin saldırılarıyla karşı karşıya kalmış, gün geçtikçe gelişip güçleneceği yerde, bu yüzden ifâde imkânlarının ehemmiyetli bir kısmını kaybeder duruma düşmüştür. Bu durum, bugün Türkiye’de bir takım çevreleri, bilerek veyâ bilmeyerek, “Türkçe ile ilim yapılamaz”, yâhut “Türkçe ilim dili olamaz” noktasına getirmiştir. Böyle bir düşüncenin, ülkenin ilmî ve entellektüel kaderinden doğrudan sorumlu yüksek öğretim müesseselerine kadar yayılması ise, başlı başına bir üzüntü kaynağıdır...

Yüksek Öğretim Kurumu’nca, “2547 Sayılı Yüksek Öğretim Kanunu’nda Değişiklik Yapılması Hakkında Kanun Taslağı” hazırlandığı bir süredir bilinmektedir. Henüz yasalaşmayan ve bir kaç kez değişikliğe uğrayan bu tasarının, konuyla ilgili kamuoyunun geniş bir kesiminin tepkisi ile karşı karşıya kaldığı herkesin mâlumu olmakla birlikte, bu tepkiler ve yasa tasarısının getirmeğe çalıştığı yeni düzenlemeler veyâ değişiklikler, bu yazı çerçevesinde bizi ilgilendirmiyor. Söz konusu yasa tasarısı, öğretim üyeliğine yükseltilecek elemanlarda aranacak şartlar cümlesinden olmak üzere, bir takım hükümler de ihtivâ etmektedir. Üniversitelerde istihdam edilecek insanların, getirilecekleri mevki’lere ehil olup olmadıklarının ve ilmî yeterliliklerinin araştırılması kadar tabiî bir şey olamaz. Fakat, “vur deyince öldürmeğe kalkışma” kabîlinden bir takım düzenlemelere girişilmesi anlaşılır gibi değildir.

Söz konusu yasa tasarısının 10. maddesi, öğretim elemanlarının tâyin ve terfi’lerinde göz önünde tutulması gereken umûmî kıstaslar arasında, milletler-arası dergilerde yayın yapma ve bu yayınlara atıfta bulunulması şartı da öngörüyor. Ancak, yasa tasarısındaki ifâde oldukça müphemdir; bu konuda uygulanacak husûsî kıstasların tesbîtinin üniversitelerin kendilerine bırakıldığı anlaşılıyor. Nitekim, bâzı üniversitelerin bu madde hükmüne uygulama sâhası açmak için, vakit kaybetmeden harekete geçme, kendi anlaşışlarına uygun bir takım prensipler belirleme ve düzenlemelere gitme girişimleri bunu gösteriyor. Bu yazıda, iyi düşünülmeden hazırlanan bu tür düzenlemelerde düşülen hatâlar, mantık dışı talepler ve mahzurlar üzerinde durulacaktır.

Böyle ceffe’l-kalem teşebbüslerde bulunan üniversitelerden biri Türkiye Cumhûriyeti’nin başkentinde icrâ-yı faaliyet göstermektedir. İlhâmını, yukarıda sözü edilen yasa değişikliğinden aldığı anlaşılan söz konusu üniversitenin rektörlüğü, tasarının yasalaşmasından önce harekete geçmiş ve konuyla ilgili olarak üç tıpçı öğretim üyesinden oluşan bir komisyon kurmuştur. Bu komisyon tarafından hazırlanan Yardımcı Doçentlik, Doçentlik ve Profesörlük tâyinlerinde uygulanması öngörülen ve bilhassa öğretim elemanlarının ilmî çalışmalarını puanlandırmağa dayanan teklif-taslak, neresinden bakılırsa bakılsın, büyük bir adâletsizliğe kapı açması bir tarafa, Türk dilinin geleceği açısından kelimenin gerçek mânâsıyla esef vericidir. Bu taslağı, dayandığı mantığın tutarsızlığı dolayısıyla çeşitli açılardan tenkit etmek mümkündür. Ancak, bu teklif-taslağın üzerinde ısrarla durulması gereken en mühim yönü, Türkçe karşısında takınılan tavırdır. Çünkü, aşağıda etraflıca ele alındığında

Görüleceği üzere, bu taslak ve onun getirmeğe çalıştığı puanlama sistemi, Türkçeyi bütünüyle dışlayan, onu üniversitelerden ve Türk ilim âleminden kapı dışarı etmeğe kalkışan, daha da ehemmiyetlisi, Türkçe’nin imkânlarını idrâk edemeyen bir düşüncenin ürünü olarak karşımıza çıkmaktadır.

Bu taslak, öğretim elemanlarının yaptıkları veyâ yapacakları ilmî çalışmaları, içeride ve dışarıda yayımlanmış olmak bakımından iki kategoriye ayırmakta, Türk dili ile yapılan ve yapılacak olan yayınları neredeyse hiç mesâbesine indirmekte; buna mukābil, muhtevâsı aynı bile olsa, yabancı bir dilde yapılan yayınları iki kat daha yüksek bir puana yâyık görmektedir. Öncelikle şunu belirtmek gerekir: Bu taslağı hazırlayanların, her şeyden önce Türkiye’nin, Avrupa veyâ Amerika’nın müstemlekeliğinden yeni kurtulmuş bir Afrika veyâ Güney-Doğu Asya ülkesi olmadığını idrâk edemedikleri anlaşılıyor. Çünkü, hazırlanan taslak, bir sömürge aydını mantığı ve zihniyetini yansıtmakta ve böyle bir taslağı hazırlama gayreti, öyle anlaşılıyor ki, Türkçe’nin ilmî çalışmaları ifâde kābiliyeti bulunmadığı düşüncesinden kaynaklanmaktadır. Biz, bu taslağı hazırlayanların, söz konusu olduğunda, Türkiye’nin bağımsızlığının ve Atatürk milliyetçiliğinin yılmaz savunucuları ve bekçileri olduklarını izhardan kaçınmayacaklarından şüphemiz bulunmamakla birlikte, Türkiye’nin ve Türk milletinin istikbâlinin teminâtı cümlesinden olan Türk dilini niçin bu derece tahkir ettiklerini, küçük gördüklerini ve “Türkçe ile ilim yapılamaz” saplantısına düştüklerini; dahası, Türkçe ile ilgili olarak böyle bir peşin hükme ve düşünceye nasıl kapıldıklarını, doğrusunu söylemek gerekirse, anlayamıyoruz!

Öncelikle bir husûsu açıklığa kavuşturmak lâzımdır: Dünyânın hangi lisânı ile târif edersek edelim, meselâ kar her zamandır kardır, güneş her zaman güneştir, su her zaman sudur. Bir fikrin, bir buluşun, bir değerin, buluş ve değer olduğunu, insanlığa faydasını belirleyen şey, onun ifâde edildiği dil değil, bizâtihî kendisidir. Biz, eğer insanlığa faydalı bir şey bulmuş ve bunun diğer milletler tarafından da öğrenilmesini arzûluyor isek, bu arzûmuzu tatmin veyâ diğer milletlerin bizim buluşumuzdan faydalanmalarını temin için neden onların dilleri ile yazmak mecbûriyetindeyiz?! Yukarıda sözü edilen puanlama teklik-taslağını hazırlayanlara sormak gerekir: Bugün Türkiye’de meselâ tıp sâhasında dünyâda çâresi bilinmeyen bir derde devâ bulundu veyâ bilinen bir metoda yeni bir katkı sağlandı da, o buluş veyâ o katkı sırf Türkçe yazıldığı için mi dünyâ bundan haberdar veyâ müstefit olamadı?! Dünyâda bugün ilim âleminde geçer akçe İngilizce veyâ Fransızca’dır diye, herkesin çalışmalarını bu dillerden biriyle mi yazması gerekiyor? “Realite budur, ne yapalım, herkes böyle yapıyor” mantığı nereye kadar geçerlidir? Bu realite ne zamana kadar pâyidar olacaktır? Teslîmiyetin bu kadarı pısırıklık değil midir? Dünyâ literatürüne girmek için Türkçe’den kaçmak ve meselâ İngilizce veyâ Fransızca yazmak yeterli midir? Mühim olan zarf mıdır, mazruf mudur? Münhasıran söylenilenin hiç mi kıymeti yoktur?

Türkçe’yi kullanmadaki veyâ bilmedeki kifâyetsizliğimizin vebâlini Türkçe’nin sırtına yüklemeğe kalkışmak, nasıl bir mantığın eseridir? Zımnen bile olsa, “Türkçe’nin ilim dili olamayacağını” iddiâ etmek ve dolayısıyla Türk dili ile yazılan inceleme ve araştırma eserlerini, sırf dilleri dolayısıyla ikinci sınıf bir değerlendirmeğe tâbi tutmak nasıl savunulabilir, nasıl îzah edilebilir?

Öte yandan, bu tavrın mânâlı olabilmesi için, söz konusu puanlama teklif-taslağını hazırlayanların, meselâ üniversitelerde üzerinde münhasıran çalışılacak konuların niteliklerini de belirlemeleri gerekirdi. Zîrâ taslağın, öğretim elemanlarının yazdıklarını yayınlamalarını öngördüğü milletler-arası süreli yayınlar arasında bir tâne bile Türkçe dergi bulunmamaktadır. Evet, ne SVI (Science Citation Index), ne SSCI (Social Science Citation Index), AHI (Art and Humanity Index) içinde ve hattâ ne de sık sık atıfta bulunulan, doğrusunu söylemek gerekirse, neyle uğraştığını ve Türk ilim hayâtına katkısının ne olduğunu benim hiç anlamadığım TÜBİTAK adlı kuruluşun milletler-arası ilmî yayınları teşvik programında tavsiye ettiği yayınlar arasında Türkçe yayın yapılabilecek tek bir dergi vardır. Şu hâlde, bundan böyle münhasıran Türkleri ve Türkiye’yi ilgilendiren problemlerin ve incelenmesi gereken konuların üniversitelerde ele alınması gerekmemektedir. Nasıl olsa, bu problemlerden doğrudan etkilenen insanların tamâmına bir yabancı dil öğretmek mümkün olmayacaktır! Ve nasıl olsa, üniversiteler, Türkiye’de yaşayan insanlarla ilişkilerini koparmış fil-dişi kulelerdir; çalışmalarının netîcelerini milletler-arası câmianın, bilhassa Avrupa ve Amerika’nın hizmetine sunmakla mükellef hayır kuruluşlarıdır!

Öyle yâ, meselâ bir Edebiyat Fakültesi Türk Dili Bölümü’nde Türkçe’nin fonetik husûsiyetlerinin incelenmesi, beynelmilel ilim âleminin ve kamuoyunun kaçta kaçını ilgilendirir? Bir Sosyoloji Bölümü’nde yapılan, meselâ Çemizgezek’in bilmem hangi köyünün sosyal ve kültürel yapısının tahlîli, Amerika’nın falanca şehrinde yaşayan filanca şahsı ne ölçüde alâkadar eder? Yâhut, bir İlâhiyat Fakültesi’nin Hadis Kürsüsü’nde gerçekleştirilen bir çalışma, İngiltere’nin falanca şehrindeki filanca kişiyi ne kadar ilgilendirir? Ve yâhut, bir Tarih Bölümü’nde hazırlanan bir müessese târihi, beynelmilel ilim âleminin yüzde kaçının ilgi sâhasına girer?

Bu türden örnekleri çoğaltmak mümkündür. Bu örnekleri veriş maksadımız, her sâhanın kendine kas husûsiyetleri olduğunu vurgulamaktır. Kaldı ki, her sâhanın farklı bir husûsiyeti olmasa bile, Türkiye’de yürütülen ilmî ve akademik faaliyetlerin netîcelerinden öncelikle Türk insanının faydalanması lâzımdır. Dolayısıyla, bunların öncelikle Türkçe olarak yazılıp yayımlanması gerekir. Eğer, bu yayınlarda bir değer varsa ve bu değerden başka milletlerin de faydalanmaları gerekiyorsa, faydalanmak isteyenler bizim dilimizi öğrensinler; bizim bir cemîle yapıp onları bu zahmetten kurtarmağa çalışmamız da neyin nesi oluyor?! Bizler, Türkçe’yi bilmeyenlerin Türkiye’deki ilim elçileri ve kültür ataşeleri miyiz? Bizler, bugün ihtiyaç duyduğumuz başkaları tarafından bulunan bilgi, îcat ve buluşları öğrenebilmek için, zahmete girip onların dillerini nasıl öğrenmeğe çalışıyorsak, başkaları da bizim dilimizi öğrenmek için gayret sarf etsinler!... Yazdıklarımız veyâ yazacaklarımız, başkalarının Türkçe öğrenmelerine değmeyecek durumda ise, o hâlde bu değersiz şeyleri, başka bir dile çevirmek veyâ başka bir dille yazmakla değerlendirmek mümkün müdür?

Öte yandan, şurasını unutmamak gerekir ki, bir konuyu ele alıp inceleyen bir insanın ortaya koyduğu eser, hangi dilde yazılmış ise, esas olarak o dilin ürünü ve geleceğe mîrâsıdır. Dün eserlerini Farsça yazan Mevlânâ’nın –gerçekte bizim bir parçamız olmasına rağmen–, bugün bizden ziyâde İran kültürüne âit olduğunu ve bizim onun eserlerinin en azından estetik zevkini anlamaktan ne kadar uzak bulunduğumuzu îzâha gerek var mıdır? Ünlü âlim Bernard Lewis’in belirttiği gibi, gerek Türk ve gerekse İranlı ilim adamlarının 9-12. yüzyıllarda Arapça olarak kaleme aldıkları eserleri, bugün daha ziyâde Araplar kendi kültürlerinin ürünleri olarak görüyor ve sâhip çıkıyorlar. Bugün bizim üniversitelerimizde çalışan ilim adamları tarafından İngilizce veyâ Fransızca olarak kaleme alınan eserlerin, yarın Türkçe’nin değil, İngilizce’nin ve Fransızca’nın ilmî ve kültürel mîrâsı olacağını idrâk, o kadar zor mudur?

Buraya kadar söylediklerimizin gerçeği ne kadar yansıttığını anlayabilmek için, üzerinde durduğumuz ilmî yayınları değerlendirme / puanlama taslağında öngörülen kıstasların bir bölümünü biraz daha yakından inceleyelim:

1- Yayın puanları

1- A türü yayınlar                                 : 15 puan

2- B türü yayınlar                                 : 12 puan

3- Yurt dışı ve uluslararası nitelikte mesleki kitap

 ve ders kitabı                                      : 30 puan

4- C türü yayınlar                                 : 6 puan

5- Yurt içi üniversitelerde kullanılan ders kitabı    : 15 puan

6- a. Yurt dışı tebliğ, tam metin         : 5 puan

     b. SCI, SSCI, AHCI’ce taranan dergilerde yayınlanan

 teknik not editöre mektup, tartışma türünden yayınlar : 4 puan    

     c. Yurt içi tebliğ, abstract                 : 3 puan

7- Yurt içi makale                                 : 2 puan

8- a. Yurt içi tebliğ, tam metin              : 3 puan

     b. Yurt içi tebliğ, abstract                 : 1 puan

9- Araştırma Projesi Raporu

    a. A türü                                          : 15 puan

    b. B türü                                          : 12 puan

Ayrıca:

“-Yabancı kitap yazarlığı   : 30puan/bölüm/yazar

-Yabancı dildeki kitaplarda bölüm yazarlığı : 30puan/bölüm/yazar

-Yabancı dilde yazılmış kitaplarda editörlük : 25 puan/kitap/ed. sayısı

-Türkçe kitap yazarlığı     : 15 puan”

 

Şimdi insaflıca düşünelim: Yukarıda bir bölümü aktarılan taslağın, ilim dili olarak Türkçe’nin istikbâline katkısı ne olabilir?

Öncelikle şunu belirtelim: Bu taslakta zikredilen A, B, C türü yayınlar denilen dergiler arasında bir tâne bile Türkçe dergi yoktur. Dolayısıyla, bir öğretim elemanının, meselâ yardımcı doçent ise doçentliğe yükselebilmesi için yapacağı yayınların ekseriyetinin veyâ tamâmının yabancı bir dilde veyâ yabancı bir dergide yayımlanması lâzımdır. Bu durum, profesörlüğe yükselecek olan bir doçent için de geçerlidir. Diğer bir deyişle, bu insanların Türkçe yazmamaları, makālelerini Türkçe dergilerde yayımlamamaları gerekiyor. Zîrâ bu taslak, öğretim elemanlarının yayın yapabilecekleri bir tek Türkçe dergi bile göstermiyor. Başka bir ifâde ile, bu taslağı hazırlayanlar, Türkçe’yi, yâni kendi dillerini bir dil olarak görmüyorlar. Eğer bu taslağı hazırlayanlar, Türkçe’yi bir dil olarak görselerdi, Türkçe kitap yazarlığına 15 puan değer biçerken, yabancı bir dilde yazılmış bir kitâbın sırf editörlüğü için 25 puan, yabancı dilde yazılmış bir kitap için 30 puan ve yabancı dilde yazılmış bir kitapta bir bölüm yazarlığı için kezâ 30 puan değer biçerler miydi? Yâni, bir öğretim elemanı olarak siz, yıllarınızı harcayacak ve Türkçe bir kitap yazacaksınız ve karşılığında bu taslağı hazırlayanlar sizi 15 puan ile taltif edecekler; yabancı bir kitapta, meselâ 30 sayfalık bir bölüm yazacaksınız, bunun için 30 puan verecekler. Veyâ, yabancı dille belirli bir konuda yazılmış makāleleri yayımlamak için ön-ayak olacak, editörlüğünü üstlenecek ve bir kitap bütünlüğü içerisinde neşredeceksiniz, karşılığında 25 puan alacaksınız... Ne âdil, ne dürüst ve ne hak-şinas bir değerlendirme değil mi?

Kezâ, yurt dışında sunulmak üzere bir tebliğ hazırlayacaksınız, karşılığında 5 puan alacaksınız; fakat aynı nitelikteki bir tebliği Türkçe olarak Türkiye’de hazırlarsanız, size 3 puan verilecek; yine aynı şekilde, yurt dışında vereceğiniz bir tebliğin, şunun şurası bir sayfalık “abstract”ı (özeti) için 3 puan alacaksınız; fakat Türkçe meselâ 10-15 sayfalık bir makāle için ancak ve ancak 3 puan alabileceksiniz. Bunun adı da değerlendirme oluyor. Üstelik, Türkçe yazdığınız bir makāleyi yayımlayabileceğiniz bir dergi de bulamıyorsunuz.

Söz konusu taslağı hazırlayanların Türkçe’yi ve Türkiye’yi hangi gözle gördükleri bu değerlendirmeden anlaşılıyor! Bu bakış, sıhhatli bir bakış değildir; dolayısıyla bu zihniyeti, tipik bir sömürge aydını zihniyeti olarak değerlendirmek hiç de aşırı bir tepki değildir.

Biz, böyle bir taslağın değil hazırlanmasını, içerisinde yer alan mantık dışı kıstasların düşünülmüş olmasını bile üzüntü verici buluyoruz. Buna rağmen, söz konusu taslağın hazırlanmasında, gerçekten Türk ilim hayâtına hizmet düşüncesi hâkim olsa idi, Türkçe ve yabancı dil arasında bu ölçüde uçurumlar oluşturulmağa gidilmezdi. Kezâ, hakîkaten bir iş yapmak niyeti ile hareket edilmiş olsaydı, yabancı bir dilde yazmak başlı başına bir meziyet sayılmaz ve dünyâ ilim literatürüne girme husûsunda bir teşvik unsuru olmak üzere, meselâ Türkçe olarak yazılmış bir esere 15 puanlık bir değer biçiliyorsa, yabancı bir dilde kaleme alınmış ciddî bir esere 5 puanlık fazla bir değer biçilirdi.

Türkiye, gerçek mânâda sâhipsiz ve garip bir ülkedir. Dolayısıyla, böyle bir mantığı, bir bakıma mâzur görmek de mümkündür. Çünkü, bizzat devleti yönetenler böyle bir mantıkla mâluldürler. Dolayısıyla, bu mantığın ve zihniyetin Türkiye’de yayılıp kökleşmesine sebep olanlar da yine devleti yönetenlerdir. Devleti yönetenler, yıllardan beri, bir yabancı dil öğretmek/öğrenmekle, yabancı dille eğitim yapma/yaptırmanın farklı şeyler olduğunu bir türlü öğrenemediler veyâ öğrenmek istemediler. Bu yüzden, akıllarına estikçe Türkiye’de yabancı dille eğitim veren yeni okullar açmağa kalkıştılar. Yabancı dille eğitim-öğretim yapan üniversitelerimiz, kolejlerimiz, liselerimiz, Anadolu liselerimiz bizzat devletin eseridir. Bu okulların arasına artık ilkokullar da girmeğe başladı. Bu nasıl bir ülkedir? Biz, yıllarca sömürge altında kalmış Afrika veyâ Asya ülkelerinden biri miyiz? Kültür emperyalizmine bu kadar kolay bir şekilde boyun eğenlerin, Türkiye’nin müstakil ve hür bir ülke olduğunu iddiâya hakları yoktur! Hele hele bu tür teşebbüsler karşısında sessiz kalanların ve hattâ bizzat bu teşebbüslerin bir parçası olanların her ağız açışta Atatürk ilke ve inkılaplarına sadâkatten söz etmeğe hiç mi hiç hakları yoktur! Zîrâ, netîcede çığırından çıkarılıp sulandırılmış bile olsa, Atatürk’ün Türkçe’nin istikbâli ile ilgili düşünceleri ve Türkçe’yi geliştirebilmek için giriştiği teşebbüsler bilinmekte, kurduğu müesseseler ise hâlâ yaşamaktadırlar.

Binâenaleyh, Türkçe’ye Türkçe’nin ana vatanında ikinci sınıf dil muâmelesi yapmağa, Türk olarak tavsif edilenlerin değil, hiç kimsenin hakkı yoktur. Türkçe’yi ilim dili olarak eğitim ve öğretim müesseselerinden olduğu kadar, ilim âleminden de kovmağa kalkışanların, meseleyi bir de bu açıdan gözen geçirmeleri ve ne büyük bir hatâ ettiklerini anlamaları lâzımdır.

Türkçe’nin ilim dili olarak istikbâlini düşünmeyenlerin önüne, meseleyi başka bir açıdan daha getirmek mümkündür. Bu taslak, üniversitelerde istihdam edilen elemanların bir çoğundan, kendilerine sunulmayan imkânların kat-kat üzerinde talepte bulunmaktadır. Yapılan veyâ yapılacak olan işlerin kalitesinin veyâ mükemmeliyetinin, o işi yapacak olan kimseye sağlanacak imkânla doğru orantılı olduğu unutulmamalıdır. Bir binâ ustasından, sâdece kerpiç ve çamur kullanmak sûretiyle yeni bir Süleymâniye inşâ etmesini istemek, abesle iştigaldir.

Eğer Türkiye’deki ilmî seviye gerçekten yetersiz görülüyorsa, bunun vebâli öncelikle, kıt imkânlara rağmen bu ülkede bir şeyler yapmağa çalışanların değil, bu seviyeyi yükseltebilmek için parmaklarını oynatmayanların ve ciddî mânâda tedbirler almayanların omuzlarındadır. Zîrâ, yüz binlerce talebe ile üniversiteler birer lise hâline getirilirken kimsenin sesi çıkmaz; bir parmak kaldırmak sûretiyle düzinelerce üniversite îmal eden uçun popülist politikalar, ciddî bir tepki gösterilmeden kabûllenilir; siyâsîlerin akıllarına estikçe çıkardıkları öğrenci afları söz konusu olduğunda, yine ciddîye alınacak ölçüde îtiraz eden olmaz; öğretim elemanları üniversitelerde oturdukları uyduruk odaların ve koridorların duvarlarını kendi ceplerinden ayırdıkları paralar ile boyatmak ve badana ettirmek mecbûriyetinde kalırken de kimsenin aklına üniversitelerin içine bulundukları acıklı durum gelmez; bir üniversite elemanı, aldığı üç kuruşluk maaşı, götürüp bakkala ve bir türlü yakasını kurtaramadığı taksitlere dağıttıktan ve bir hafta içinde sıfırı tükettikten sonra, tekrar ayın başını getirebilmek için ne yapması gerektiğini kara kara düşünürken de kimsenin aklına bu kişinin nasıl ve hangi zihin huzûru ile ilmî çalışma yapabildiği gelmez; fakat, o öğretim elemanının bütün bu olumsuzluklara rağmen, mevcut imkânları kullanmak sûretiyle gerçekleştirmeğe çalıştığı akademik (ilmî) çalışmalarda Avrupa standardı aranmağa kalkışılır! Bu, dört başı mâmur saçmalık değilse, nedir? Eğer Türk üniversitelerinde ilmî seviye düşük ise, bunun vebâli birinci derecede bizzat öğretim elemanlarının mıdır, yoksa o öğretim elemanının ilim üretebileceği maddî ve mânevî ortamı hazırlayamayanların ve onların yasaklarına kör bir ideolojinin prangalarını vuranların mıdır? Meselâ, Türkiye’de bir üniversite elemanı, Ankara’dan kalkıp kaynaklarının bulunduğu İstanbul’a gidip arşivlerde ve kütüphânelerde çalışabilmek için çoluk çocuğunun yiyeceğinden kısarak aylarca hazırlanır, sağlıksız öğrenci yurdu köşelerinde gecelemeğe râzı olur ve buna rağmen en fazla ancak 10-15 günlük bir çalışma imkânı elde edebilirken, Avrupa üniversitelerinde çalışan bir ilim adamı üniversitesi tarafından maddî olarak destekleniyor, istediği anda kalkıp İstanbul’a geliyor, iki-üç ay lüks otellerde kalıyor, arşivlerde çalışıyor ve bilâhare zengin bir malzeme ile ülkesine dönerek çalışmasını tamamlama imkânına sâhip oluyorsa, Türkiye’deki üniversite elemanından Avrupa’daki meslektaşıyla aynı performansı göstermesi nasıl beklenebilir? Türkiye’de öğretim elemanlarına ve ilim adamı olmağa çalışanlara gerekli ortam hazırlandı da onlar bunun kıymetini bilmediler ise, böylelerinin kulaklarından tutup kapının önüne koymak, devleti de, üniversiteleri de yönetenlerin en tabiî haklarıdır. Aksi takdirde, ortaya farklı imkânlara sâhip insanları, aynı kulvarda koşturmak gibi abes ve âdil olmayan bir durum çıkar ve bu da tepkiye ve huzursuzluğa yol açar.

Bütün bu mülâhazalardan sonra, yukarıda sözü edilen taslak türü hazırlıkları yönlendiren sâikin, sınırlı imkânlarına rağmen azim ve sebat göstererek belli bir seviyeye gelen, ülkenin ilim hayâtında ve istikbâlinde rol almak isteyen, fakat Türkiye’deki çarpık eğitim sisteminin eseri olarak –orta okuldan îtibâren öğrenmeğe başlamasına rağmen– bir yabancı dili Türkiye şartlarında lâyıkı veçhile öğrenme imkânına kavuşamayan ve bir takım çevrelerin gözünde hâlâ yerli olarak kalan, halkın içinden çıkıp gelmiş insanlara üniversite kapılarını kapatma ve ancak belirli çevrelerin kapılarını aralayabildiği bir kast sistemi oluşturma arzûsu olduğu da ileri sürülebilir. Eğer böyle bir niyet vârit değilse, o zaman ortada üniversitelerin ilmî performanslarını yükseltme nâmına ülke şartlarından bî-haber, ayakları yere basmayan hayaller kuruluyor demektir. Aksi hâlde, kendilerine vermediğinizi karşınızdaki insanlardan nasıl isteyebilirsizin?

Kezâ, burada başka bir eşitsizliği de görmek gerekir. Mevcut üniversite elemanlarını terfi’ ettirmek için, onları kendi ülkelerinde ille de kendi dillerinin dışında bir dilde yazı yazmağa zorlayanlar, bulundukları duruma kendi imkânları ile mi ulaştılar, yoksa devletin kendilerine sağlamış olduğu imkânı mı kullandılar? Binâenaleyh, aynı imkânların üniversitelerde her öğretim elemanına sağlanması ve ancak ondan sonra bir müsâbakaya sokulması adâletin gereğidir.

___________

* Bu yazı, daha önce şurada yayımlanmıştır: Türk Yurdu, XVI/107 (Temmuz 1996), s. 30-34.