Yayınlarım...

Popüler Yazılarım-8                                                                      Prof. Dr. Fahri UNAN

Sayfa Sonuna Git

YÜZ YIL GERİDEN YÜKSELEN BİR SES:

TÜRKÇE İLE İLİM YAPILABİLİR Mİ YAPILAMAZ MI?*

[Aşağıda metni verilen ve günümüzden yüz küsûr yıl önce yazılan yazının yazarı Mehmed Mensur, Hilmi Ziyâ Ülken’in bildirdiğine göre (Türkiye’de Çağdaş Düşünce Tarihi, Ülken yay., 3. baskı, İstanbul 1992, s. 60), Batı dillerini çok iyi bilen birisi olup, dönemin Vatan gazetesinin başyazarlığını yapmıştı. “Kendisi Makedonyalı ve aslen Rum olup ihtidâ etmişti. Bâb-ı Âlî Tercüme Odası’nda Kemâl (Nâmık)’e Fransızca ders verdiği için Kemâl’in Hocası” diye tanınmıştı. Mehmed Mansur’un aşağıda metni verilen yazısı**, yukarıda tarafımızdan kaleme alınan yazı ile birlikte okunduğunda, aradan bu kadar zaman geçmiş olduğu hâlde, Türkiye’de fazla bir şeyin değişmediği anlaşılacaktır. Değişen bir şey varsa, o da, yüz yıl önce Türkçe ile ilim yapılamaz diyenlerin –yazıdan anlaşıldığına göre– daha ziyâde gayri müslimler olmasına rağmen, bugün aynı iddiâyı ileri sürenlerin, Türk olmaları ve Türk üniversitelerinde ilim adamı olarak faaliyet göstermeleridir.]

                                           ***

“Harbiye ve Tıbbiye Mekteplerinin Durumu”

“İlim ikiye ayrılır: Beden ilmi, din ilmi” sözü gereğince, her ülkede diğer ilimlerden önce yayılıp umûmîleşmesi elzem ve faydası yalnız insanoğluna münhasır kalmayıp, belki öteki mahluklara da şâmil olan tıp ilminin Osmanlı ülkesinde yayılması ile, gerek ordunun ve gerek bütün halkın istenilen şekilde tedâvî edilmesi için kurulan Tıbbiye Mektebi’nin hocaları, tabiî olarak, Avrupa’dan getirilmiştir. Bunlar ise, Osmanlı dilini (Türkçe’yi) bilmediklerinden, söz konusu ilmi Fransızca olarak okutup öğretmeğe mecbur kalmışlardır. Ancak, ... eski ve yâhut yabancı dillerden biriyle ilim öğrenmeğe çalışan hangi millet olursa olsun, dil yüzünden ilim ve mârifetin yayılmasına muvaffak olamaz. Bu yüzden, söz konusu mektebin kurulmasından da istenilen şekilde bir faydanın elde edilmesi akıl ve hikmete aykırı idi. Fakat, cennet-mekân Sultan (II.) Mahmud Han hazretlerinin, devletin ve milletin durumunun ıslâhına vesîle olan her türlü ilim ve mârifetin yayılması husûssunda giriştiği çalışmalarının ve aralıksız sürdürdüğü gayretlerin semeresi olarak getirilmesi mümkün olan üstat Bernard gibi Osmanlı devletinin hayrını isteyen olgun bir muallimin pek ziyâde gayretlerine merhum Sultan Mahmud’un söz konusu mektebe yönelik her türlü desteğinin de eklenmesiyle, burada ilim tahsil edenlerin gerek tıp ilmi ve gerek onun dalları durumunda bulunan diğer ilimlerde ve fenlerde bugün akranlarına üstün oldukları ortadadır.

Kaldı ki, merhum Sultan Mahmud’un etkili çalışması ve kesintisiz süren gayretleri sona ermiş, yâni tıp ilminin yabancı dille okutulup öğretilmesinden dolayı ortaya çıkan güçlüklerin giderilmesi husûsunda gece gündüz çalışıp çabalayan tıbbiye talebesinin şevk ve gayretlerini coşturan mukaddes güç ve desteği yok olmuş ve talebenin çabaları da ümitsizliğe ve gevşekliğe dönüşmüş olduğu hâlde, söz konusu mektebin kuruluşu sırasında mecbûren kabûl edilen bir usûle uyarak, derslerin talebenin bilmediği ve hocaların da lâyıkıyla konuşmağa muktedir olmadıkları Fransızca ile anlatılmalarına devam edilmiş olduğundan, mektep günden güne gerilemiş, gerek lisânın, gerek tıp ilminin öğrenilmesi husûsu imkânsızlık derecesinde müşkil ve zahmetli olmuştur.

Tıp ilminin yayılması konusunda sultan tarafından yapıla-gelen teşvikler, özendirmeler ve katlanılan her türlü fedâkârlıklar bilindiğinden, bu hususta sözü uzatmağa ihtiyaç bulunmadığı gibi, söz konusu mektebin hocalarının çokluğuna ve kābiliyetlerine de diyecek yoktur. Ancak bu mektebin talebesi beş yüzün üzerinde olduğu hâlde, 1862-63 (1279-80) yıllarında yapılan imtihan cetvellerine göre, şu iki sene zarfında, her nasılsa tabiplik etmek için ruhsat almağa muvaffak olanlar, yok denecek kadar nâdir kabîlinden olarak, üç-dört kişiye ulaşabilmiştir. Geri kalanların ise, mektebe girişleri sırasında söz konusu ilmi öğrenmek husûsundaki arzû ve iştiyakları gitgide ümitsizliğe ve gevşekliğe dönüşmüştür. Bâzıları bir vesîle ve bahâne ile mektepten çıkıp ticârete atılmış veyâ başka bir mesleğe girmişler, buna muvaffak olamayanlar çâresiz bir kaç sene mektepte okuduktan sonra cerrah ve eczâcı sıfatı ve maaşıyla hastahânelerden birine tâyin olunmuş, bir kısmı da mektepten atılıncaya kadar boş yere vakit geçirmişlerdir.

Söz konusu mektebin kuruluş târihinden, içinde bulunduğumuz 1865 (1282) senesine gelinceye kadar, talebenin yiyecek, giyecek, kitap ve diğer araç gereçleri, maaş ve binâlar için en az 800.000 kese (akçe) sarf olunmuşken, tıp ilmi henüz arzûlandığı şekilde yayılamamış ve mâlum kimyâ ve simyâ gibi gizlilik âleminde kalmıştır.

İşte bu sebeptendir ki, Kırım muhârebesi sırasında olduğu gibi, bugün devletin askerleri için bir tabîbe ihtiyaç duyulduğu zaman, defîne gibi köşe bucak arandıktan sonra, çoğunlukla yabancı memleketlerde ilim tahsil edenlerden biri seçilip tâyin olunduğuna göre, askerlerin hasta ve yaralılarının istenilen şekilde tedâvî edilmedikleri hâtıra gelmektedir.

Osmanlı memleketinin sıradan halkından hasta olanların durumuna gelince: İstanbul, Edirne ve Bursa gibi üç büyük şehrin ahâlîsinin seçkinleri ve zenginleri gerçi Tıp Mektebi muallimleri tarafından tedâvî edilmekte iseler de, bu muallimleri getirmeğe gücü yetmeyenler ve bilhassa taşra ahâlîsi bu kadri yüce ilmi zenginleri ve fakirleri soymak için güzel bir vesîle sayan bir takım zâlim ve gaddarların ellerinden kurtulamamışlar; yalnız tabip sıfatını kazandıklarına dâir her nasılsa birer diploma ele geçirmeğe imkân bulan ve çoğunlukla Latin, Yunan ve İtalyan dilleriyle yazılı eski kitapların ve risâlelerin mütâlaasından kazandıkları bilgilere ve yâhut üstatlarının târif ve ifâdelerinden öğrendikleri bâzı tedâvî metodlarına dayanarak, ölüyü diriltme iddiâsında bulunan bir takım câhillerin ellerinde kalmışlardır.

Açıklanan ifâdelerden anlaşılacağı üzere, Tıbbiye Mektebi talebesi yiyecek, giyecek ve diğer araç gereçlerin sağlanması gâilesinden kurtulmuş olduklarından başka, tahsillerini tamamlamağa muvaffak oldukları takdirde, hiç beklemeden mükâfâta nâil olacaklarını bildikleri hâlde, içlerinden lâyıkı veçhile imtihanla tabiplik yapmak için ruhsat elde edenler ancak dört kişiye ulaşmıştır. Bunlar ise, talebenin tamâmına nisbetle yüz yirmi beşte bir ve Müslüman olmayan tebeadan talebenin sayısına nisbetle seksen beşte bir, dilleri Fransızca’ya taban tabana zıt Osmanlı (Türk) talebenin mikdarıyla kıyaslanınca yüz yetmişte bir oldukları hâlde, bu kadarcık sayı da her sene düşmektedir. Söz konusu mektebin yıllık giderleri, mevcut talebenin sayısıyla mukāyese olunursa, her bir talebe için yıllık 20 ve bir tabibin yetiştirilmesi için, hesaplara göre, 200 kese akçeden ziyâde harcanmaktadır.

Harbiye Mektebi ise, Tıbbiye Mektebi gibi tek bir yerde olmayıp İstanbul, Bursa, Şam, Edirne ve Manastır İdâdî mektepleriyle birlikte altı şûbeye ayrılmış bulunduğundan, muallimi, memuru ve hademesi Tıbbiye Mektebi’nin muallim, memur ve hademesinden en az dört, talebesi ise iki misli fazla olduğu hâlde, yıllık giderleri takrîben Tıbbiye Mektebi’nin giderlerinin yarısına yakındır; 1862-63 (1279-80) senelerinde yapılan imtihan cetvellerine göre, Harbiye Mektebi’nden her sene 66’şar kişi mezun olmaktadır.

Bu subaylar, söz konusu mektebin yekûn talebesiyle kıyaslanacak olursa, on beşte bir olmaktadır. Her bir talebenin masrafı ise, yıllık yaklaşık 10,5 ve bir subayın yetiştirilmesi için harcanan akçe 105 keseye ulaşmaktadır.

Gerek Harbiye Mektebi ve gerek Avrupa mekteplerinde ilim tahsîline devam eden talebenin tamâmı akıllı ve zekî olup da, Tıbbiye Mektebi talebesinin hepsinin ahmak ve ebleh oldukları iddiâsı ileri sürülemeyeceği gibi, aynı milletin fertlerinden olan Osmanlı (Türk) talebesinin Harbiye Mektebi’nde on beşte bir, Tıbbiye Mektebi’nde ise yüz yetmişte bir kişi olmak üzere tahsîlini tamamlaması husûsu da, sırf muallimlerin çalışma ve gayretlerine ve yâhut ihmâl ve tembelliklerine hamlolunamaz. Ancak, ... eğitim-öğretim husûsunda alınan iki ayrı metodun tabiî netîcesi olarak, Harbiye Mektebi’nin mahsûlü ve semeresi her sene yükseldiği hâlde, Tıbbiye Mektebi günden güne gerilemektedir.

Harbiye Mektebi, faydaları ve iyilikleri tecrübe ile ortaya çıkan ve ... Avrupa medeniyetinin oluşmasına mutlak sebep olan bir kāideye uyularak tanzim edilmiş olduğundan, hâsılâtı ve ürünleri fazlasıyla husûle gelmektedir.

Tıbbiye Mektebi ise, Çin ve Maçin’den başka dünyânın her tarafında terk edilmiş bir metodla idâre olunduğundan, külfetine ve masraflarına göre, ne devlet ve millet ve ne de talebe, istenildiği şekilde her hangi bir fayda ve semere elde edemediklerinden başka, kuruluş târihinden bu âna gelinceye kadar geçen kırk bu kadar sene zarfında, halkın seçkinlerinin ve sıradan insanların faydalanabileceği bir yaprak olsun yayınlanamamış olduğuna bakılırsa, bundan böyle de bu metod uygulandıkça umûma âit bir eser ve semerenin meydâna gelemeyeceği gün gibi âşikârdır.

Savaş meselesi, yâni Kırım muhârebesi sırasında tahsîlini tamamlamadan tabip, cerrah ve eczâcı sıfatıyla orduya gönderilen talebenin fazîlet ve kemâlleri mâlum olduğundan, bunlar adı geçen mektebin ürününün çokluğuna delâlet etmez; bilâkis mahsul ve semeresinin yokluğuna güçlü bir delildir. Bunun gibi, tıp ilminin Osmanlı (Türk) lisânıyla okutulup öğretilmesine dâir vâki olan hatırlatmaların red ve cerhine cür’et edenlerin ifâdeleri ve bilgileri dahi, îlan ve ifşâya cesâret edemedikleri gizli bir maksada dayalı olup, kendi dillerinde ilim tahsîline devam eden bütün Avrupa ahâlîsinin ilimlerin ve fenlerin olgunlaşıp yayılması husûsunda meydâna gelen fevkalâde ilerlemeleriyle yalanlanmaktadır.

Maksadımız Tıbbiye Mektebi’nin kuruluş târihinden beri ne şekilde idâre olunduğunu tafsilatlı olarak yazmak olmayıp, ancak mektepten umulan ve beklenen faydanın şimdiye kadar hâsıl olmamasının, sâdece tıp ilminin yabancı bir dille okutulup öğretilmesinden ileri geldiğini anlatmak ve söz konusu ilmin Osmanlı (Türk) diline naklolunmadıkça Osmanlı ülkesi için simyâ gibi gizlilik âleminde kalacağını; ne ordunun ve ne de halkın bir takım cesur câhillerin ellerinden kurtulmasının muhal bir şey olduğu için, Tıb Mektebi’nin Avrupa’nın her tarafında geçerli olan metoda göre düzenlenerek, tıp ilminin de İngiltere’de İngilizce, Fransa’da Fransızca, Avusturya’da Avusturya dilinde, İtalya’da İtalyanca, Rusya’da Rusça, Yunanistan’da Rumca, Mısır’da Arapça olduğu gibi, Osmanlı ülkesinde de Türkçe okutulup öğretilmesinin gerekli düzenlemelerden ve çağın zarûrî ihtiyaçlarından olduğunu zikir ve beyân etmekten ibârettir. Yoksa söz konusu mektebin talebesinin Türkçe’den başka hiç bir yabancı dili öğrenmeğe ihtiyâcı yoktur, demek değildir. Zîrâ Avrupa’da gerek tıp ilmi ve gerek onun dallarından olan diğer ilimlere dâir şimdiye kadar yazılan çeşitli kitapların tamâmını Türkçe’ye nakil ve tercüme etmek imkân dâiresinin dışında bir keyfiyet olup, söz konusu mektebin talebesinin arzûlanan şekilde tahsillerini tamamlaması ise, zikrolunan kitapların bir kısmına olsun vâkıf olmalarına bağlı bulunduğundan, tıp ilmi derslerinden başka Alman, İngiliz veyâ Fransız dillerinden her hangisini tercih ederlerse, bunların birini öğrenmek mecbûriyetinde bulunmaları işin tabiati gereğidir.

***

İlgili yerde anlatıldığı üzere, yukarıda zikrolunan [yazı] 1865 (1282) târihinde yazılmış, tıp ilminin Türkçe okutulup öğretilmesi kāidesi de Osmanlı devletinin şiddetle ihtiyâcı olduğu temel ıslahlar cümlesinden olduğu için, Allâh’a hamd olsun ki, çoktan beri uygulamağa konulup gereği yapılmıştır. Hakîkaten bunu isteyenlerin ümit ettikleri gibi, az zaman zarfında bunun faydası ve semeresi görülerek, Türkçe nice nice güzel kitap sağlanmış olduğuna bakılınca, bütün medenî milletlerin memleketlerinde geçerli olan şu güzel kāidenin tabiî gereklerinden olarak, Osmanlı ülkesinde de ilmin gereklerine uyarak tabiplik etmeğe muktedir tabiplerin sayılarının çoğalacağı; şimdiye kadar bir takım yabancıların tekellerinde bulunan tabiplik mesleğinin vatan çocuklarına geçeceği ümit edilmektedir. Bu durumda, bütün halk ile birlikte, ordunun da şu kadri büyük tıp ilminin ecnebîlerin tekellerinde bulunmasından dolayı görülen nice nice kötülük ve musîbetten kurtulacağı beklenmektedir.

Ne fayda ki, Tıbbiye Mektebi’nin kuruluşu sırasında Fransızca ile tıp ilmini tahsil edenlerden bâzıları, bundan on iki sene önce, yâni tıp ilminin Türkçe olarak okutulmasına başlanmazdan evvel, bunun uygulamaya konulmasını engellemek için çeşitli sebepler ileri sürerken, Beyoğlu Fransızca gazeteleri vâsıtasıyla şu hayırlı teşebbüsün aleyhine bir takım yazılar neşrettikten sonra, bunları kitapçık şeklinde de bastırıp birer nüshasını devlet vekillerine ve diğer devlet adamlarına takdim etmişlerdir.

Bu makāle ve risâlelerin içinde, garip sözleri ve tuhaf fikirleri bakımından fazlaca dikkati çekeni Mavro Yani ve bilhassa Mehlek imzâlarını taşıyan risâlelerdir.

Bunların yazıları, Avrupa’nın her tarafında olduğu gibi, Tıbbiye Mektebi’nde de devletin ve milletin dilinde, yâni Türkçe olarak ilim tahsil edilmesinin lüzum ve ehemmiyetinden bahisle, bir an evvel gereğinin yapılmasına teşebbüs edilmesini arzû ve temennî edenlere îtiraz edip, şöyle demektedirler:

Tıp ilmi, Fransızca öğretildiği müddetçe, mektebin semereleri arzûlanan derecenin üzerinde olmuştur. Avrupa’da ilimlerin ve fenlerin ilerlemesi iddiâ olunduğu gibi, bunların her milletin kendi dilinde okutulmasının netîcesi değildir. Bilâkis, çocukların terbiyesine dikkat ve îtinâ edilmesinden ileri gelmektedir. Türkçe’de tıp ilmiyle ilgili kitaplar son derece az olduktan başka, Osmanlı memleketinde ilimlerin ve fenlerin yayılması, bunların Fransızca olarak okutulmasına bağlıdır.

Bu ve benzeri sadedin dışında bir takım bâtıl sözler ve garip fikirler serd ve ileri süren yazarlar, tıp ilminin yine eskiden olduğu gibi Fransızca tedris edilmesinin lüzûmunu, sûret-i haktan görünerek, ihtar ve tavsiye etmektedirler. Az Ancak, asıl garaz ve maksatlarının ne olduğuna dâir renk vermekten kaçınmışlardır.

Mösyö Mehlek ise, her nasıl olduysa, içindeki maksadını ağzından kaçırarak şunları demektedir:

Tıp ilmi Türkçe tedris edilecek olursa, Tıbbiye Mektebi’nin semereleri yok olacaktır. Bu durum, gerek halk ve askerler tarafından tabiplik icrâsı vazîfesinin Osmanlı (Türk) talebesinin tekeline geçeceği ve bu yüzden gayr-i müslim talebe mağdur olacağı için, hukûkun çeşitliliği husûsuna dâir çıkarılan fermânın hiç hükmünde kalmasına yol açacaktır. Bu mahzûrun giderilmesi için, tıp ilminin eskiden olduğu gibi Fransız dilinde okutulması gerekmektedir. Diğer taraftan, bundan sonra Mekteb-i Sultânî ile gayr-i müslim tebeanın yüksek mekteplerinde tahsillerini tamamlayanlardan başka talebenin Tıbbiye Mektebi’ne kabûl edilmemesi lâzımdır.’

Yâni Mösyö Mehlek’in iddiâsına göre, Tıbbiye Mektebi’nde Türkçe olarak ilimlerin ve fenlerin okutulmasına teşebbüs edilecek olursa, bu durum, tıp tahsîlini Osmanlı (Türk) talebesinin tekeline sokar. Ayrıca, uygulamadan gayr-i müslim talebe mağdur olur. Bu ise, hukûkun eşitliğini hedef alan fermânın hükmüne göre câiz değildir. Bu konuda gayr-i müslim talebenin zarar görmesini engellemek için, Tıbbiye Mektebi’nde tedrîse Fransızca olarak devâm edilmelidir. Sözün kısası, Mösyö Mehlek’in sözüne göre, tıbbın Türkçe okutulması gayr-i müslim talebenin zarar görmesine yol açacağından, buna müsaade edilmemelidir. Ama, Tıbbiye Mektebi’nde eğitimin Fransızca olarak yürütülmesine devam olunduğu takdirde, bundan dolayı Osmanlı (Türk) talebeni yeterince faydalanamaz ve zarar görürse, buna üzülmek şöyle dursun, hâtıra getirmek bile câiz değildir.

İşte devlet ve milletin besleyip her bakımdan taltif ve iyilik ettiği bendeleri zümresinden bir muhterem grubun niyetleri ve maksatları bu şekilde olunca, artık onların diğer sözleri ve ihtarları da buna kıyas olunabilir.

Şaşırtıcı ve üzücü olan yer şurasıdır: Tıbbiye Mektebi’nde ilim ve fennin Türkçe olarak tâlim ve tedrîsine karar verilip, gereği yerine getirildikten sonra, söz konusu makāle ve risâlelerin îtirazları tamâmiyle kesilmişken, bu defa Haçlı vâkıası gibi, yine Osmanlıca (Türkçe) aleyhine bir gürültü koparılıp La Turquie gazetesinde ‘Bir Doktor’ ve Vakit gazetesinde de ‘Tâlib-i İlm ü İrfân Bir Müslüman’ imzâlarını taşıyan, tıp ilminin Türkçe tedris edilmesi aleyhine meâli şiddetli iki makāle neşredilmiştir.

Bunların yazarlarının kimler olduğu pek mâlum değilse de, La Turquie gazetesindeki makālenin muhtevâsına bakılırsa, altına ‘doktor’ imzâsını koyan zat her kim olursa olsun, ‘Ben devletin hayrını isteyenlerdenim’ diye iftihar edemez. Tıpkı onun gibi, Vakit gazetesindeki makālenin yazarının zan ve fikirlerinin de, imzâsında kullandığı lafız ve tâbirlerin mânâlarına uygun düşmediği âşikârdır. Zîrâ, belirtilen makāle yazarı, tıp ilminin Türkçe tedris edilmesi meselesini devlet ve millet hakkında bir görünmez kazâ ve bir kaçınılmaz belâ olarak mütâlaa etmekte ve söze ‘Allâh’ın hikmetiyle’ ifâdesiyle başladıktan sonra, tıp ilminin Türkçe okutturulması aleyhine şimdiye kadar söylenen sözleri, mâlum kaleminin kuvvetiyle güzel bir tekilde tertip ve tanzim edip iddiâsını ispat maksadıyla kendi fikir ve niyetinden de bâzı mütâlaa ve mülâhazalar ilâve ederek şöyle demektedir:

Tıp ilmi Fransızca tedris olunduğu zaman, Tıbbiye Mektebi günden güne ilerliyordu. Ama tedrîse Türkçe olarak teşebbüs olunalıdan beri, söz konusu mektep günden güne geriliyor. Bu gerileme durumu ise, hâlen ders veren hocaların güçsüzlüklerinden ve bilhassa Türkçe’nin Avrupa dillerinden tercümeye ve bu cihetle ilimlerin tedrîsine yeterli olmamasından ileri gelmiştir.

Zîrâ Türkçe, Arapça ve Farsça’yla kıyaslanamacağından, Fransızca’dan bir sahifeyi, kelimelerin diziliş sırasına uygun olarak Arapça’ya tercüme etmek mümkün olduğu hâlde, Türkçe’ye o şekilde, yâni kelime sırasına göre tercümeye teşebbüs edilecek olursa, hiç bir şey anlaşılamaz. Fransızca’da bulunan tıbbî tâbirlerin Türkçe’ye tercümesi mümkün olmadığı gibi, Arapça’dan alınan tâbirler de sözlükte bulunmaz.’

Yazar, bu ve benzeri bir takım saded dışı zayıf delilleri serd edip ileri sürerek, tıp ilminin eskiden olduğu gibi Fransızca tedris edilmesinin lüzûmunu beyân etmekte; şâyet bir an evvel gereğinin yapılmasına teşebbüs edilmeyecek olursa, Tıbbiye Mektebi’nin üzerine ve ilmî ilerlemelerine cehâlet bulutunun mâni’ olmasıyla kesâfet ârız olacağını haber vermektedir. Gerçek durum ise, söz konusu makāle yazarının iddiâsının aksine olduğundan, keyfiyetin aşağıda ortaya konulmasına gerek görülmüştür. Şöyle ki:

Tıbbiye Mektebi, tedrîsine Türkçe olarak başladıktan sonra gerilemeğe yönelmemiş, aksine, tedrîse Fransızca olarak devam olunduğu zaman günden güne gerilemiştir. Hâl böyle iken, Türkçe tedris başladıktan sonra, mektep yeniden ilerlemeğe yüz tutmuştur. Bunun delîli de şudur: Tıbbiye Mektebi’nin kuruluş târihinden sekiz on sene önceye gelinceye kadar, yâni takrîben kırk sene zarfında Fransızca eğitim vermeğe devam edilmiş olduğu hâlde, Türkçe olarak hemen hiç bir eser çıkarılamamışken, Türkçe tedrîse başlandıktan sonra, sekiz on sene zarfında tıp ilmi sâhasında tahsîli tamamlamak için gereken kitapların hepsi Türkçe tedârik olunduktan başka, bir taraftan da bâzıları tamamlanmakta ve bâzıları yeniden yetiştirilmektedir.

Şu hâle göre, Avrupa’nın her bir tarafında olduğu gibi, söz konusu mektepte de sekiz on sene daha tıp ilminin memleketin dili olan Türkçe ile tedrîsine devam edilecek olursa, yalnız tıp ilmi değil, diğer fenlerin de mükemmel bir sûrette okutulup öğretilmesi için gerekli vâsıtaların üretilip tamamlanacağı şek ve şüpheden uzaktır.

Bundan dolayı, söz konusu makālenin yazarı işin özüne muhâlif ve umûmiyetle Avrupa halkı ile akıl ve hikmet sâhiplerinin rey ve fikirlerine aykırı bir dâvâ açıp da bir takım akıl dışı deliller ileri sürerek, yabancı bir dille ilim ve irfan tahsîline devam etmek gibi yanlış bir görüşü ve bâtıl bir fikri revâca çıkarmağa çalışacağına, ‘İşte Avrupa’nın filan cihetinde bugün ilimler ve fenler yabancı dillerden filan dilde tedris olunuyor ve filan millet ve yâhut devletin ülkesinde ilimler ve fenler yabancı bir dilde tedris olunduğu hâlde, o memleketin insanları ilim ve irfânı olgunlaştırıp yaymağa muvaffak olmuştur.’ diye iddiâsını ispat etsin. Ama böyle bir misâl gösterilmedikçe, bu konudaki çaba ve gayretini gaflet ve yâhut hatâsından başka bir maksada hamletmek tabiî bir şeydir.

Türkçe’nin Avrupa dillerinden tercümeye yeterli olup olmadığı konusuna gelince: Fransızca’nın yapısı Arapça ve Farsça ve attâ İngiliz, İtalyan ve diğer bâzı dillerin yapılarına uygun olduğundan, her hangisi olursa olsun, bu lisanların biriyle yazılı bir ibâre ve kitâbın diğer lisanlara hemen kelimesi kelimesine tercümesi mümkün ise de, eski Yunan diliyle Alman ve Osmanlı (Türkçe) lisanlarının tarzları tamı tamına birbirine uygun olduğu hâlde, Fransızca ile ona benzeyen dillerin tarzlarına aykırı olduğundan, bu üç dilden biriyle yazılı bir ibâre ve kitâbın diğer lisanların birine tercümesi istendiği zaman, kelimelerin sıralanışına uygun olarak çevrilmesi mümkün değilse de, bu vaziyet, yâni tarz (yapı) bakımından dolayı zikrolunan ihtilâf konusu, bunların kendilerine has durumlarının gereği olup,yoksa bir kısmının fazîletine, diğerlerinin kusur ve noksanlarına delâlet etmez.

Ama, bu hususta sözü uzatmağa gerek yoktur. Söz konusu makālenin yazarının iyi bilmesi gerekir ki, bir ibâre veyâ kitâbın bir dilden başka bir dile nasıl tercüme edileceği, çevirenin şu iki dille ilgili bilgileri mütenâsip olup, yoksa tarz (yapı, gramer) farklılığının bu hususta aslâ bir etkisi yoktur.

Farz edelim ki, Fransızca ile Türkçe arasında bulunan şu tarz uyuşmazlığı keyfiyeti, Türkçe için büyük bir eksiklik olmuş olsa bile, anlatıldığı üzere, Türkçe ile Almanca’nın tarzları birbirlerine uygundur ve bu cihetle kendilerine has tâbir ve terimlerinden sarf-ı nazarla, Almanca’dan Türkçe’ye hemen kelimesi kelimesine tercüme mümkün olduktan başka, konuya vâkıf olanların rivâyetlerine göre, Almanlar her bir ilimde ve fende o derece ilerlemişler, ilimlere ve fenlere dâir o kadar mükemmel ve güzel kitaplar yazmışlardır ki, bunların dilinde gerek tıp ilmi ve gerek diğer fenlere dâir yazılan eserler, söz konusu makālelerin ve risâlelerin yazarları tarafından memleketimizde neşir ve yayılması tavsiye olunan Fransız diliyle yazılmış eserlere nisbetle her bakımdan tercîhe şâyandır. Bu sebeple, Fransız filozof ve bilginleri bile Almanca olarak yazılmış eserlere başvurarak, bunları kendi dillerine nakil ve tercüme etmekte olup, keyfiyet söz konusu makālenin yazarının mâlumu iken, niçin Alman dilini sükutla geçiştirip yalnız Fransız dilini gösterdiği sorusunu akla getirmektedir.

Sözün kısası, Alman dili ile Türkçe’nin yapıları birbirine uygun olup bu cihetle Almanca’dan Türkçe’ye hemen kelimesi kelimesine tercüme mümkündür. Ayrıca, Almanca yazılmış eserlerin çokluğu ve güzelliği sebebiyle, Avrupa dilleri arasında birinci derecede mükemmel bir dil olduğundan, muhtaç olduğumuz ilimlerin ve fenlerin yayılması için Almanca yazılmış eserlere başvurarak onları Türkçe’ye nakil ve tercüme etmek daha iyidir.

Şu umulanın sür’atle hâsıl olması ise, Tıbbiye Mektebi’nde öğrenilmesi husûsu mecbûrî olan Fransızca’dan ziyâde, Almanca’nın öğrenilmesine dikkat ve ihtimam edilmesine bağlıdır. O hâlde, hem şimdiye kadar gerek tıp ilmi ve gerek diğer ilim ve fenlerle ilgili tercüme ve yâhut telif olunan kitaplar tamamlanır ve hem de Türkçe’nin Avrupa dilleriyle yazılı olan eserleri tercümeye yeterli olmadığına dâir mânâsız îtirazlar bertaraf edilmiş olur.

Bugün Tıbbiye Mektebi’nde Türkçe olarak ders veren hocaların yetersizlikleri meselesi üzerine şu şekilde cevap verilebilir: Üstat Bernard, Richler ve Fével’den sonra, Tıbbiye Mektebi’nde Fransızca ders veren hocalar, onlarla aynı güçte miydiler ki bugün Türkçe veren hocaların iktidarsızlıklarından söz ediliyor? Şimdiki hocalar, birinci tabaka hocaları derecesinde değilse, hiç olmazsa ikinci tabaka hocaları gibi Fransız diliyle lâyıkı veçhile konuşup anlatmaktan âciz değillerdir. Aksine, kendi lisanlarıyla talebeye meramlarını anlatmağa muktedir olduklarından, hem kendileri kolayca vazîfe yapabiliyorlar ve hem de talebe o şekilde ilim öğrenebiliyor.

Fransızca tıp terimlerinin Türkçe’ye tercümesi olmayıp Arapça’dan alınan terimlerin de sözlükte bulunmadığı bahsine gelince: Fransızca tıp ilmi ile ilgili olan lügat kitâbı Osmanlı Tıp Cemiyeti tarafından Türkçe’ye çevrilmiş olup, bu yakınlarda da eksiklerinin tamamlanmasına başlanmıştır. Tamamlandığında şu tâbirlerin ve terimlerin mahzûrunun da ortadan kaldırılacağı âşikârdır. Bununla birlikte, tıp ilmi ve bilhassa kimyâ ile ilgili tâbirlerin bâzılarını veyâ çoğunluğunu Türkçe’ye çevirmek mümkün değilse, diğer dillerden aynen alınsın. Bunda ne beis var? Fransızca’da başka dillerden alınan tâbirler o kadar çoğalmıştır ki, bunlar Fransızca lügat kitâbından çıkarılacak olursa, Fransız dili büsbütün çıplak kalır.

Bu hâl ise, kullanılan dillerin hepsinde görüldüğü gibi, tabiatiyle eski ve terk edilmiş dillerde söz konusudur. Ama, onların alındığı diller çoktan yok olduklarından, nasıl bir dil olduklarının belirlenip tanımlanması mümkün değildir.

Açıklanan ifâdeler, söz konusu makāle ve risâlelerin ihtivâ ettikleri ile, iddiâları ispat maksadıyla ileri sürülen delillerin temelden çürük ve meselenin özüyle taban tabana zıt bir takım kabûlü mümkün olmayan ibâreler olduğuna yeterli delil sayıldığı için, şimdilik bu kadarla yetinildi.

________

* Bu yazı, daha önce şurada yayımlanmıştır: Türk Yurdu, XVI/107 (Temmuz 1996), s. 35-41).

** Bu yazı, yazarın İskenderiye Kütüphânesi adlı eserinin sonundadır. Söz konusu eser tarafımızdan sâdeleştirilmiş olup, Türkiye Diyânet Vakfı’nca İskenderiye Kütüphânesini Müslümanlar mı Yaktı? (Ankara 1995) ismiyle yayımlanmıştır. Burada metni verilen yazı, bu yayının 123-143. sayfaları arasında yer almaktadır.