Yayınlarım...

Popüler Yazılarım-9                                                                      Prof. Dr. Fahri UNAN

Sayfa Sonuna Git

MEDYA NEYİN DÂVÂSINI GÜDÜYOR?...*

İçinde yaşadığımız ve XXI. asra şunun şurasında dört sene gibi kısa bir zamânın kaldığı şu son yıllarda dünyâda her sâhada hızlı bir değişim yaşanırken, Türkiye’nin bir takım sun’î meselelerle kasden meşgul edilmesi yüzünden –çözümü husûsî gayretler isteyen sıkıntılar bir tarafa– ülkenin en basit problemlerinin hallinin dahi bir bakıma geri plâna itilmiş olması, hakîkaten son derece üzüntü vericidir. Kendimize aralarında yer aradığımız gelişmiş ülkelerde zenginleşmenin, dolayısıyla refâhın, saadetin, mutluluğun, kısaca insan gibi yaşayabilmenin daha kestirme yolları bulunmağa çalışılıyor; devletler veyâ milletler, milletlerin menfaat mücâdelesinden başka bir şeye sahne olmayan dünyâda, kendilerine daha iyi bir mevki’ edinmenin yolları arıyorlar. Böyle bir mücâdele dünyâsında, bizim de aynı şekilde çalışmamız, istikbâlimizi ve gelecek nesillerimizi teminat altına alacak yolları bulmamız gerekirken, ülkemizde insanlarımızın büyük bir ekseriyeti, ne yazık ki, enflasyon denen bir saadet canavarının dişleri arasında, âdetâ hayat-memat mücâdelesi veriyor; siyâsîlerimizin mânâsız sen-ben kavgasını seyretmekle vakit kaybediyor; ahlâkî sefâletin girdâbı, içine düşen herkesi ve her şeyi bir anda yutuveriyor; cemiyet içten içe çürüyor; kör ideolojilerin bukağıları bir türlü peşimizi bırakmıyor. İnsanımız böyle bir ümitsizlik girdâbında, daha yaşanabilir bir geleceğin hayâlini bile kurmakta zorlanıyor.

Binâenaleyh, kendi çıkarlarını milletin tamâmının çıkarı imiş gibi takdim edip, insanlarımızı birbirine düşürmeğe çalışanların revaçta bulundukları Türkiye, birbirine güven duymayan, ahlâkî ve millî değerleri tahrip edilmiş, yarınından ümîdini kesmiş, böyle gelmiş böyle gider felsefesine boyun eğmiş ve bu sebeple âsâbı cidden bozulmuş insanlardan müteşekkil bir sosyal tablo ile karşımıza çıkıyor. Bu tablonun hayra alâmet olduğunu kimse iddiâ edemez. Zîrâ, Türk insanı ciddî bir gerilim içindedir; bir cemiyetin ilâ-nihâye gerilim hâlinde yaşaması ise mümkün değildir; gerilen sinirlerin bir gün bir yerinden kopması kaçınılmaz bir vâkıadır.

Türkiye’de yüz küsûr yıldan beri milletin yoğun bir şuur bulanıklığı içine sürüklendiği ve netîcede değerler sisteminin bütünüyle alt-üst olduğu, bugün herkesçe kabûl edilen bir gerçektir. Fakat, ne yazık ki, böyle bir durumdan menfaat temin etmek isteyenler de varadır ve bunların başında ise, bize öre, bir menfaatçi grubunun parsa toplamasının âleti olmaktan başka bir işe yaramayan medya bulunmaktadır.

Hakîkaten, her gün akla hayâle sığmaz felâket tellâllığıyla sinirlerimizi tahrip eden; tarafgir ve tahrikkâr yayınlarıyla insanlarımızın fiilen gruplara bölen; seyredilebilme (rating) ve dolayısıyla tatmin edilemez bir kazanç temini histerisi içinde sosyal hayatta karşılaşılan en bayağı hâdiseleri “toplumu aydınlatma” kisvesi altında sohbet mekânlarımıza sürmekle yetinmeyip harîm-i ismetimize kadar sokmağı mârifet bilen medyanın engel tanımaz çılgınlığı, artık tahammül sınırlarını zorlar hâle gelmiştir. Şahsen biz, medyanın etkili olduğu her hâlinden ve tavrından belli belirli bir kesimin çerçevesini çiziği Türkiye tablosu ile sokakta bizzat karşılaştığımız tabiî tablo arasında bocalıyor ve hakîkatin nerede olduğu konusunda cidden tereddüde düşüyoruz. Bu medyaya baktığımızda, Türkiye’de kıyâmet koptuğu vehmine kapılıyoruz; fakat sokağa çıktığımızda, milletin ekseriyetinin kendi hâlinde, işinde gücünde olduğunu veyâ medyanın öncelik verdiği konuları umursamadan geçim derdi ile uğraştığını görüyoruz. Doğruları, yanlışları, hakîkatleri, yalanları birbirinden yerle gök arasındaki mesâfe kadar iki ayrı dünyâ... Bu dünyâdan birisi elbette hakîkattir ve hakîkat olan medyanın dünyâsı değildir.

Peki, bu felâket tellâllığı ile medya neyin dâvâsını güdüyor?..

Her fırsatta dillere pelesenk edilen, Türkiye’nin âlî menfaatlerinin mi? İnsanlarımızın serbest haber alma hakkının mı? Haksızlığın, yolsuzluğun, üç-kağıtçılığın, vurgunun, soygunun, rüşvetin, iltimâsın, vurdum-duymazlığın, eyyamcılığın, ahlâksızlığın, nâmussuzluğun ... bertaraf edildiği temiz bir toplum idealinin mi?... Hürriyetin mi, istiklâlin mi, istikbâlin mi, millî haysiyetin mi?..

Sâhi, gazetesiyle, radyosuyla, televizyonuyla günün yirmi dört saatini başımızda boza pişirmekle geçiren bu medya neyin dâvâsını güdüyor?..

Rejimin mi, ideolojinin mi, demokrasinin mi, insan haklarının mı, hukûkun üstünlüğünün mü?..

Hayır!..

Bunların hiç birisinin... Evet, yukarıda bir kalemde sıralanan hususların hiç birisi, Türkiye’nin baş belâsı hâline gelen medyanın gerçekten umûrunda değildir. Onu gayrete getiren, yüreklendiren, yönlendiren, tahrik eden tek bir dâvâ vardır: Çıkar!.. Ve, bu çıkarı teminat altına almanın basit bir âleti olarak kullandığı ideolojisi!..

Maddî âlemde tatmîni mümkün olmayan bu çıkar hırsı, onu her renge girmeğe, karşımızda her gün başka bir kimlikle arz-ı endâma âdetâ mecbur ve mahkûm ediyor. Ortam neye müsâitse, devran neyi mübah görüyorsa o kılığa giriyor; geçer akçe ne ise onun sâhibi oluveriyor. İdeolojisinin temelini, “herkesin kendisi gibi düşünmesi” fikri oluşturuyor. Dünyânın, herkes tarafından sâdece kendi gözlüğünden görüldüğü gibi görülmesini arzûluyor ve bunu kabûl etmeyenleri tezyif ve tahkîri tabiî bir hak olarak telâkkî ediyor. Kendisiyle aynı düşünceleri paylaşmayanlardan kimi gözüne kestirirse, kime ve neye saldırmak pirim yapıyorsa, üzerine saldırıyor, karalıyor, çamura buluyor, suç îcat ve isnat ediyor, yargılıyor ve mahkûm ediyor; polis de kendisi, savcı da kendisi, hâkim de kendisi ve hattâ infâz makāmı da kendisi oluyor...

Ne var ki, milletin menfaatleri ile kendi menfaatleri şimdiye kadar hiç bir zaman çakışmadığından, milletin hayrına olabilecek, onun benimsediği, değer verdiği ve inandığı hiç bir şeyi paylaşmayı, geliştirmeyi, müdâfaayı aklından geçirmiyor. Ayrılıkların ve çarpıklıkların para ettiği günümüz Türkiye’sinde, her zaman ve her fırsatta insanımızın mukaddes bildiği her değeri önce tahfîfe, sonra tezyîfe, bilâhare tahrîfe ve nihâyet tasfiyeye çalışıyor. Münhasıran kendisinin at oynatabileceği, bütün iplerin kendi elinde olduğu, kendisi dışında herkesin basit birer figüran rolü oynadığı bir Türkiye oluşturmağa gayret ediyor. Bu emelinin önünde engel teşkil ettiğini düşündüğü her değeri ve her insanı ortadan kaldırabilmek için şeytanla bile işbirliğine gitmekten kaçınmıyor...

İşte Türkiye’nin, kendisini her sâhada tek etkili ve tek yetkili gören bir kısım medyasının sîreti ve sûreti...

Türkiye’nin medyası... Özünde yabancı, sözünde yalancı, îmânında münâfık, inkârında sâbit-kadem... Dostluğunda sahtekâr, düşmanlığında sinsi... Zâhiren sûret-i haktan, fakat içten pazarlıklı... Her rengin, her boyanın sâhibi bir alay eyyamcının harman olduğu bir pazar!..

Bu pazarın aktörlerinin, çıkarlarına uygun gördükleri takdirde dünyâda kullanmayacakları, kendileri için mübah görmeyecekleri hemen hiç bir âlet, hiç bir vâsıta yoktur. Gün olur hayâsızlığın daniskasını sahnelerler; gün olur fazîlet âbidesi kesilirler; gün olur devrimbaz, enternasyonalist veyâ hümanist, gün gelir en katı ırkçı olurlar; gün olur ihtilâllerin aleyhine etmedik söz bırakmazlar, gün olur ihtilâllere dâvetiye çıkarırlar; gün gelir kapitalizmin ve dolayısıyla patronların ipliğini pazara çıkarmağa girişirler, gün gelir en vahşî kapitalizmin ve en gaddar patronun sözcülüğünü, dalkavukluğunu yapmaktan çekinmezler...

İşte günümüz Türkiye’sinin medyasında rol almış ve adı gazeteciye çıkmış insanların büyük bir kesiminin sîret ve sûretleri!..

Şâir ne güzel şöylemiş:

Onlar ki verir söz ile dünyâya nizâmât

Her türlü teseyyüb bulunur hânelerinde

Kimse kusura bakmasın. Biz, Türkiye’nin böyle bir medyâya ihtiyâcı olduğuna inanmıyoruz. Türk demokrasisinin de böyle bir medyaya ihtiyâcı olamaz. Çünkü, demokrasimizin önündeki en büyük engellerden birisi, bize göre, bizzat bu medyadır. Çünkü, demokrasinin esâsını oluşturan halkın irâdesine ipotek koymağa veyâ bu irâdeyi, irâde sâhibinin arzûsu hilâfına yönlendirmeğe, asıl hedefinden saptırmağa, buna gücü yetmezse meşrûiyet krizi çıkarmağa kalkışan, demokrasi dışı güçleri sâhaya dâvet eden hak ve hukuk tanımazlar, bu medyada çöreklenmişlerdir.

Bunlar, ülkenin başına geçecek olanların, evvel-emirde kendilerinden icâzet almalarını, önce kendilerini görmelerini, tatmin etmelerini veyâ doyurmalarını arzûlarlar! Hükûmet kurar, hükûmet yıkarlar... Herkese akıl vermeğe kalkışırlar; kendilerini dinleyen olmazsa darbe tehditleri ile demokrasinin îdâmına dâvetiye çıkarırlar; o da olmazsa, şeytânî plânlar kurmağa, ellerini ovuşturarak ülkeyi yönetenlerin nasıl tökezleyeceklerini dört gözle beklemeğe başlarlar; en küçük falsoda bütün kalem-şörler ele ele verip hurra! çığlıkları atarak saldırmağa, karalamağa, tahkir ve tezyif etmeğe ve böylece yıldırıp kaçırmağa çalışırlar... Kim kime yan baktı; kim kimin ‘kaşının altında gözü olduğunu’ söyledi; kim kimin söylediğinin aksine kelâm etti ... bir bir defter ederler; bir bardak suda fırtına koparırlar; kendi hayal-hânelerinde îcat ettikleri hikâyeleri allayıp pullayıp masa başlarında yazdıkları en rezil senaryoların eşliğinde kamuoyu sahnesinde oynamağa başlarlar...

Tescilli medyamızın muhâbirlerinin, kalem-şörlerinin mutlak bir dokunulmazlıkları vardır. Diledikleri her şeyi yapmak; istedikleri her yere gitmek; her ferdi sorguya çekmek; herkese ağız dolusu küfretmek; gözlerine kestirdiklerine çağdışı, ırkçı, kafatasçı, yobaz, örümcek kafalı, insanlık düşmanı... yaftasını yapıştırmak; haber alma hürriyeti kisvesi altında fertlerin husûsî hayatlarını en mahrem noktalarına kadar burunlarını sokmak, bunlar için mübahtır! Bunların çekmecelerinde kendilerinden olmayan, kendilerini tasvip etmeyen, kendilerinin çıkarlarına geçit vermeyen veyâ vermeme ihtimâli bulunan her kişinin bir sicil defteri vardır. Bu defterler îtinâ ile tutulur; verileri zenginleştirilir ve zamânı geldiğinde bir şantaj âleti olarak kullanılmak üzere kenarda bekletilir. Onlar her mel’aneti işlerken, birileri çıkar da kendilerine mâni’ olmağa çalışırlarsa, basın hürriyeti vâveylâsı ile ortalığı velveleye verirler.

Evet, Türk demokrasisinin Türkiye’deki medya gibi bir despot ve diktatörler topluluğuna ihtiyâcı yoktur! Eğer demokrasi ‘halkın kendi kendisini yönetmesi’ ise, bunlar böyle bir sisteme kat’iyyen râzı değildirler. İpler kendilerinin ellerinde olmalıdır; ülkeyi yönetenler kim olursa olsun, bu mühim değildir; fakat aslâ ve aslâ rızâ göstermeyecekleri bir husus vardır: Yönetime tâlip olanlar mutlakā ve mutlakā kendileri gibi duymalı, düşünmeli, inanmalı; onların çıkarlarını korumalı, dünyâyı onların bakış açılarından değerlendirmeli; dostlarımızı ve düşmanlarımızı onların tasvîbi ile seçmeli ve kendilerinin çizdikleri yoldan yürümelidirler...

Halkın ekseriyetinin arzûsu, bunlar için îtibar edilecek bir keyfiyet değildir; ‘geniş halk yığınları’ kendi çıkarlarının nerede olduğunu nasıl bilsinler!? Sandıktan her zaman doğru mu çıkar?! Ne yâni... Kendilerinin kullandıkları oylarla, meselâ dağ başındaki çobanın oyu niçin aynı değerde olsun!? Onlar boşuna mı gece gündüz kalem sallıyorlar, boşuna mı bu kadar mürekkep yaladılar?

Onlar kānun ve hukuk da tanımazlar... İnsanların suçlanabilmeleri veyâ mahkûm edilebilmeleri için mahkemelerin verecekleri kararların onların gözlerinde hükmü yoktur. Onlar, bir kere kişinin suçluluğuna hükmettiler mi, kānunlar ne derlerse desinler, cihan-şümûl hukuk kāideleri neleri öngörür-lerse görsünler, mühim değildir. Suçladıkları insanların aleyhlerinde elle tutulur delillerin bulunup bulunmaması bir mânâ ifâde etmez; zîrâ onların birilerini suçlayabilmeleri için her hangi bir delîle ihtiyaçları yoktur; kendilerinin suçlu olduğuna inanmaları kâfîdir. Hedef tahtası hâine getirdikleri insanların hakîkatte mâsum olabilecekleri ihtimâlini, bir an için olsun akıllarına getirmek istemezler. Onlar bir kere çamurlarını atmışlardır; bu çamurları hiç bir kānun, hiç bir mahkeme temizleyemez.

Onlar, kendilerine kendi doğrularından oluşan bir dünyâ kurmuşlardır. Bu dünyânın içerisinde millî ve mânevî değerlerin hakîkî bir yeri yoktur. Millî ve mânevî değerler, sâdece kendi emellerine hizmet ettikleri, kendi çıkarlarının teminini kolaylaştırdıkları sürece bu dünyâda yer alabilirler. Meselâ, yılın on bir ayı tahkir ve tezyif etmekten âdetâ zevk aldıkları mukaddes değerlere, bir de bakarsınız ki Ramazan gelince sayfalarını açmışlardır! Türkiye’de Allâh’ın her günü İslâm’ı ve İslâmî değerleri karalamak için ellerinden gelen her şeyi yapanlar kendileri değillermiş gibi, zaman zaman dışarıda Müslüman milletlere revâ görülen haksızlıkları dile getirdiklerini, bu haksızlıkların o milletlerin Müslüman olmaları dolayısıyla yapıldığını söylediklerini görürsünüz. Emîn olunuz ki, o milletlerin haksızlıklara uğramaları, onların umurlarında bile değildir; bu tür haberleri, sırf insanların dînî duygularından istifâde ederek, çıkardıkları sözde gazeteleri satmağa çalışmak ve böylece keselerini biraz daha doldurmak için kullanırlar. Nitekim, aynı medyanın, Müslüman insanların ceplerinden para çekmek için, içinde yazılı bulunan ahkâmın hiç birisine samîmiyetle inanmadıkları Kur’ân-ı Kerîm’i bile nasıl promosyon malzemesi olarak kullandıklarını görürsünüz.

Türkiye’nin şahsiyeti tartışmalı medyasının kalemşörlerinin, hiç inanmadıkları hâlde, zaman zaman milliyetçiliğe de soyunduklarını görürsünüz. Çok uzaklara gitmeğe gerek var mıdır? Daha düne kadar, Türkiye dışında da Türklerin bulunduklarını söyleyenleri nasıl da ırkçılıkla, Turacılıkla suçlarlardı! Aynı zamanda hepsi birer Marksist tezgah mahsûlü olan bu kalemşörler, dünkü Moskof ağababalarının hâtırına Orta Asya’yı, Türkistan’ı ağızlarına bile almazlar, Türkiye’nin dînî ve etnik ufuklarını Türkiye’nin sınırlarından ibâret görürlerdi. Yurtta sulh cihanda sulh sözüne can simidi gibi sarılırlar ve böyle söylemekle sâhiden yurtta da, dünyâda da sulh olabileceğine inanır veyâ inanır görünürlerdi. Oysa bir bakılsın, doksanlı yılların başlarından îtibâren Sovyetlerin dağılmasıyla nasıl da milliyetçi kesiliverdiler; yıllarca milliyetçi ve ırkçı olarak itham ettikleri insanı bile geride bırakır oldular; buradan nasıl bir menfaat temin edeceklerinin hesaplarını yapmağa başladılar.

Ne yazık ki, bunların, başka inanç ve değerleri gibi, milliyetçiliklerinin de sahte olduğu, kısa sürede ortaya çıktı. Oralarda da, kendi dünyâlarının bir benzerini bulmağa, bulamamışlar ise kurmak için her yola baş vurmağa giriştiler. Türkiye’den devrim ve laiklik ihrâcının çârelerini aramağa başladılar...

Bu medyanın Batı sevdâsı da samîmî değildir. Nitekim, bugün Batıcılığı kimseye kaptırmayanların, daha beş on yıl gibi çok kısa bir süre önce, sosyalizm ve Marksizm hayalleri kurduklarını unutmuş değiliz... Hepsinin birer vesîle ile Moskova’ya bağlı oldukları, Moskova’nın kendi başının derdine düşmesiyle, ‘ortada kalmanın sıkıntısı’ içinde Batının ipine tutundukları, bugün çok daha iyi gözükmektedir. Dün Krem-lin’e hulûs çakanların, bugün aynı hulûsu Beyaz Saray’a arz ederken içine düştükleri durum dünkü yaptıklarından çok mu farklıdır? Avrupa’nın muhtelif kuruluşlarının kapılarında sergiledikleri temennâların görülmediğini, bilinmediğini mi sanırlar? Her birisi bir Batı gazetesine veyâ ajansına gönüllü ajanlık yapan Türk medyasının kiralık kalemşörleri, aynı zamanda birer yerli câsus gibi faaliyet gösterip Türkiye’yi Batıya jurnallerken, millî menfaatlerimizin veyâ istiklâlimizin tehlikede olduğunu akıllarından bile geçirmezler ama, meselâ Türk hükûmetlerinin Türk ve İslâm ülkelerine yönelme arzûlarını, buralarda karşılaşılan bir takım nâhoş hâdiseleri kıyâmetin alâmetleri olarak takdimde hiç bir mahzur görmezler.

Türkiye’nin Batı’da tıpkı bir şamar oğlanı gibi itelenip kakalanmasından; müfettiş edâlı bir takım haddini bilmezlerin densizliklerinden; Avrupa’da, Amerika’da, Afrika’da, Asya’da sömürgeleştirdikleri ülkelerin insanlarına etmediklerini bırakmayan ve insanlığa karşı işledikleri cürümler ayyûka çıkmış bulunan milletlerin hükûmetlerinden zılgıt yemekten millî gururları rencîde olmaz ama, akıl hastası bir çöl kabadayısının ipe sapa gelmez hezeyanlarından mine’l-bâb ile’l-mihrâb tehevvüre kapılırlar. Bunlar, işte böyle bir çifte standardın sâhipleridirler. Veyâ, kendileri açısından kaz ve tavuk gelecek yerleri, yâhut ceplerine zarf sıkıştırıcak elleri çok iyi bilirler ve ona göre tabasbusta bulunurlar.

Onlar, şu son yıllarda Türkiye’yi karalamanın, ona sövmenin, onun millî birliğine saldırmanın Türkiye’yi yabancı ülkelere şikâyet etmenin pirim yaptığını çok iyi bildikleri ve bunu çıkarlarına tahvil etmek gerektiği kanaatine vardıkları için, içeride ve dışarıda Türkiye’ye sövenleri baş tâcı etmekte birbirleriyle yarışırlar. Sermâyesi bitmiş kimselerden büyük mütefekkir, romancı ve yazarlar çıkarırlar; pili tükenmiş dinozorlardan demokrasi ve hürriyet kahramanları yaratırlar; onları kendilerine şeyh edinir, dizlerinin dibine çökerek fikir hürriyeti tesbîhi çekmeğe başlarlar; hattâ alenen Türkiye’nin bölünmesini savunanlardan fikir mazlûmları îmal ederler.

Bunların fikir ve hareket hürriyeti denince akıllarına gelen şeyler, kendilerinin dışındakilere ve kendi dünyâlarında bulunmayan her şeye küfretmek, saldırmak, çiğneyip geçmek; her vasatta hayvanlar gibi birbirleriyle alt-üst olmak; marjinal ve mazoşist temâyüllerini tabiîleştirmeğe kalkışmak; homoseksüellere hareket alanı açmaktır. Bu tavır, onlar için sâdece ve sâdece çağdaşlıktır... Onlar, Türkiye’de yıllarca sosyalizm, komünizm ve devrim terâneleri ile gencecik dimağları zehirleyerek, onları kamplara bölerek hayatlarının bahârında hebâ olup gitmelerine sebep olmalarından hiç bir vicdânî rahatsızlık duymadıkları için, bugün de aynı yolda yürümekten çekinmezler; bu yüzden cemiyetin millî ve mânevî değerlerine, ülkenin târihî tecrübesine ve sosyal realitesine muzır fikirlerin savunulması, bunun için silâhlı çeteler oluşturulması ve sokaklarda oluk oluk kan akıtılması, onların umurlarında bile değildir. İşte bu sebeple, sokak serserilerinden kahramanlar yaratırlar! Etrâfı kırıp dökenlerin, zâten sınırlı olan kaynakların hebâ olmasına yol açanların savunucuları, sözcüleri kesilirler. Hiç bir zaman, meselâ ülkenin tabiî kuvvetlerinin, huzur ve âsâyişi temin edebilmek için her gün canlarını fedâ edenlerin yanlarında oldukları görülmemiştir. Bu kuvvetler, sanki başka bir diyardan gelmiş ve sokaklarda devrimcilik oyunlarına müdâhale etmişler gibi bir hava yaratmağa, zihinleri bulandırmağa, testiyi kıranla suyu getireni bir tutmağa çalışırlar. Bu tavırlarını kınayanları ise devletçi ve statükocu olmakla suçlarlar...

Bunlar, bu ülkede elma ile armutları karıştırmaktan da müthiş bir zevk alırlar. Birbiriyle zerre kadar ilgisi bulunmayan şahıslar veyâ konular arasında şeytânın bile aklına gelmesi mümkün olmayan ilişkiler kurarlar. Şu son kırk elli yıl içerisinde Türkiye’nin altını üstüne getirenleri, anarşi denen bir belâyı dış güçlerin de desteğini sağlayarak ülkenin ve ülke insanlarının başına saranları ve vatan topraklarının üzerinde kızıl bayraklar dalgalandırmak isteyenleri, onların karşılarına çıkanların zulümlerine uğramış kimseler olarak gösterirler. Her gün ve her saat ağızlarında geveledikleri tek şey, kendi zihinlerinin ürünü bir çifte standart çığırtkanlığıdır. Bu ülkede yaşayan insanların büyük bir ekseriyetinin inancını, dünyânın en vahşî ideolojileri ile aynı kefeye koymağa çalışırlar; meselâ başörtüsü ile bir bikini arasında fark olmadığını savunmağa veyâ komünizm ile, çerçevesini İslâm’ın ebedî ve ezelî esaslarının çizdiği bir hayat tarzını kıyaslamağa, her ikisini aynı terâzîde tartmağa, birincisine gösterilen tepkinin ikincisine de gösterilmesini istemeğe kalkışırlar...

Türkiye’deki medya adlı menfaat örgütünün büyük ekseriyetinin haddini bilmezliği öyle bir seviyeye ulaşmıştır ki, onlar, zihinlerinde yuvalanmış safsatalardan yola çıkarak milletin neye inanması, neye inanmaması gerektiğini tesbîte kalkışmaktan da çekinmezler. Bunlar, adı ve çerçevesi kişiden kişiye değişen bir takım prensiplerin veyâ kişilerin etrâfını bir kudsiyet hâlesi ile sarıp sarmaladıktan sonra, ilâhî bir misyon da yükleyerek âmentü hâline getirip millete yutturmağa çalışırlar; kendileri yapar, kendileri taparlar! Bunun sahte bir hap ve sahte bir âmentü olduğunu –haykırmak bir tarafa– fısıldayanları bile Türkiye’de yaşatmamanın, ortadan kaldırmanın veyâ anasından doğduğuna pişman etmenin çârelerini ararlar. Esâsen, kendilerini en fazla sinirlendirenler ve en fazla saldırgan hâle getirenler bu tip kimselerdir; takdim edilen din ve ideolojinin sahteliğini ifşâ edenlerdir. Zîrâ art niyetlerinin ortaya konulması, bütün sermâyelerini kaybetmeleri mânâsına gelir. Onların gözünde zâlimler mazlum, mazlumlar zâlim; haklılar haksız, haksızlar haklı; diktatörler demokrat, demokratlar diktatördür... Onlar, kendi değerlerini kendileri belirler ve başkalarının da bu değerlere secde etmelerini arzûlarlar.

Medya kalemşörlerinin yutmuş bulundukları Batı patentli çağdaşlık ve hümanizma hapı, kendilerinin dimağlarını çarpıtıp akıllarını mîdelerinden ve keselerinden başka bir şey düşünmez hâle getirmiş ve zihinlerini muayyen merkezlere bağımlı kılmış olduğu için, onlar, ısrarla ve inatla yerliye, bizden olana, târihimize, kültürümüze bir türlü ısınamazlar; bunları her fırsatta küçümserler, basit ve çağdışı, kaba ve hoyrat görürler; bâzıları daha da ileri giderek, niçin bu ülkede doğmuş olduklarına hayıflanır, tâlihlerine lânetlar yağdırırlar; Türk ve Müslüman bir muhitte doğmuş olmaktan târif edilmez bir eziklik duyarlar. Ve, bu ezikliğin hıncını çıkarmak istercesine, çevrelerinden intikam almanın yollarını aramağa başlarlar.

Türkiye’nin başının belâsı olmaktan başka değeri ve yeri olmayan bu medyanın hangi seyyiâtını saymalı?

Sokağa çıktığınızda düzine düzine gazete ve dergi görürsünüz; evinize geldiğinizde karşısına dizi dizi TV logolarıyla arz-ı endam ederler. Söyleyin Allâh aşkına... Bunların birinin diğerinden ne farkı vardır? Bunlardan bir tâne olsa ne kaybederiz, yüz tâne olsa ne kazanırız!? Veyâ, bu nitelikli on TV olsa ne kazanılır, bir TV olsa ne kaybedilir? Yâhut, düzine düzine çıkan gazete ve dergilerden bir tâne çıksa ne olur, yüz tâne çıksa ne olur?! Hepsi aynı terâneleri terennüm ettiklerine göre, bu terâneleri bir ağızdan dinlemekle –baş ağrısı dışında– yüz ağızdan dinlemek arasında ne fark vardır!? Deliler korosundan sadra şifâ ne duyulabilir!? Bunların kırkı birden, kırk yerden, kırk gün bizi delirtmek için icrâ-yı sanat etmekten başka Türkiye’deki fonksiyonları ve rolleri nedir?

Evet tekrar edelim: Biz böyle bir medyanın Türkiye için gerekli olduğuna inanmıyoruz!

Bize yabancı, bizim değerlerimizle alay eden, her gün insanlarımızı birbirlerine düşürmekten başka bir işe yaramayan, cemiyetin tabakaları arasındaki ipleri ve sinirleri germeği kendisine vazîfe edinen ve bundan çıkar teminine çalışan bir medyanın, bu milletin aklı başında mensupları tarafından hizâya sokulması; yalanlarının, sahtekârlıklarının, hîlelerinin, desîselerinin, üç-kağıtçılıklarının, nâmussuzluklarının hesâbının sorulması gerekmez mi? Bunun tek yolu da, onlara îtibar etmemek, onları tencere ve tabaklarıyla baş başa bırakmak, yazıp çizdiklerinde sadra şifâ bir şey bulunmadığını göstermek ve kendilerinden yüz çevirmektir. Başka bir şey yapmağa gerek yoktur. Bir süre sonra kendilerini yiyip bitirdikleri, böylece ülkenin ve insanların onlardan kurtuldukları görülecektir.

________

* Bu yazı, daha önce şurada yayımlanmıştır: Türk Yurdu XVI/ 112 (Aralık 1996). s. 2-6.