Yayınlarım...

Tercümelerim-4                                                                             Prof. Dr. Fahri UNAN

Sayfa Sonuna Git

OSMANLI TARİHÇİLİĞİNİN DOĞUŞU*

Halil İNALCIK

Onbeşinci yüzyılın başlarında Bâyezid’in imparatorluğunun dağılmasının sonra ve ardından aynı yüzyılın sonunda Fatih Sultan Mehmed’in ölümü üzerine, Osmanlı tarihçiliğinin, niçin önce umumî eserler ürettiğinin geçerli sebepleri olduğu görülüyor. Daha önce Th. Seif, büyük bir imparatorluk kurmuş olmanın şuurlu bir neticesi olarak, onbeşinci yüzyılın sonuna doğru çeşitli Tevârîh-i âl-i Osmân’ların yazıldığına işaret etmişti. Osmanlı tarihinin gelişimiyle, Osmanlı tarihçiliğinin safhaları arasında ilişki kurma girişimi, bizatihî çeşitli meseleler üzerine yeni bir ışık tutabilir.

Birinci Dünya Savaşı’ndan sonra Osmanlı kaynakları üzerinde yapılan ilk ciddî çalışmalarla birlikte, Osmanlı tarihinin en eski rivayetlerinin Yahşî Fakîh tarafından yazılan bir menâkıbnâme ve Ahmedî’nin İskendernâme’sindeki Osmanlılarla ilgili kısım olabileceği düşünüldü. Yahşî Fakîh’in Yıldırım Bâyezid zamanına kadarki dönemle ilgili Menâkıb-ı âl-i Osmân adlı eseri, yalnızca Âşık Paşazâde tarafından zikredilir. Âşık Paşazâde, Yahşî Fakîh’le 1413’te Geyve’de görüşmüştü. I. Mehmed tarafından kendisine toprak bağışlanmış olan Yahşî Fakîh’in, sultanın saltanat mücadelesini desteklediği anlaşılıyor. Emir Süleyman’ı destekleyen Çandarlı Ali Paşa aleyhinde Âşık Paşazâde’de görülen sert tenkit, görünüşe göre Yahşî Fakîh’den kaynaklanmaktadır. Yahşî Fakîh’in, eserini I. Mehmed zamanında tertip ettiği görülüyor. Fr. Giese, haklı olarak, Osmanlı tarihinin ilk yüzyılına dair Âşık Paşazâde’nin ve anonim Tevârîh-i âl-i Osmân’ın, Yahşî Fakîh’in eseri olduğu anlaşılan ortak bir kaynağı kullanmış olabileceklerine işaret eder. Giese, ayrıca, bu kaynağın, bunlar ve -Giese göre- Âşık Paşazâde’nin iyi bir metnini ihtiva eden Neşrî tarafından yeniden inşa edilmiş olabileceğini de ileri sürer. Oruç’in târihi bulunduğunda, bu eserin de doğruan doğruya aynı kaynala ilgili olduğu görüldü. Eserin editörü Fr. Babinger, kroniğin Fatih zamanında tertip olunduğu ve anonim Tevârîh’in, bunun yeni bir versiyonundan başka bir şey olmadığı düşüncesindedir. Fakat, ilk olarak, Manisa yazmasının girişinde görüldüğü gibi, Oruç tarihi, II. Bâyezid’e ithaf edilmişti. İkinci olarak, Oruç ve anonim Tevârîh, Âşık Paşazâde’deki orijinal kaynağın müstakil bir versiyonudur (meselâ, her üç versiyondaki Koyun-hisarı muharebesini karşılaştırınız). Bu eserlerin ortak bir kaynakla olan menşe ilişkileri, Osman Gâzi’nin ortaya çıkışından 1422’de II. Murad’ın isyancı kardeşi Mustafa’nın ortadan kaldırılmasına kadar tesbit edilebilmektedir. Şu halde, 1422’ye kadarki olaylarla ilgili ortak kaynağın, Yahşî Fakîh’in eseri olduğu görülüyor. Kroniklerimize daha yakından bakalım.

Her üç kaynağın ilk bölümlerinde şu konu ortaktır: Bir Oğuz grubu, Fırat’ta boğulan Süleyman Şah’ın idaresi altında Anadolu’ya göç etmişti. Oğlu Ertuğrul ve kardeşleri, Sürmeli-Çukuru’na geri döndüler (Neşrî ve Kemâl Paşazâde’de üç; Âşık Paşazâde, Oruç ve anonim Tevârîh’te ise sâdece iki kardeşin ismi verilir). Selçuklu hükümdarı Alâeddin, Ertuğrul’a ve onu tâkip edenlere Söğüd-Tomaliçdağı ve Ermenibeli bölgesini bağışladı. Bu tema, Oruç ve anonim Tevârîh’te farklı kaynaklardan ilâvelerle genişletilmiştir; fakat üç metnimiz, Tursun Fakîh’in hutbesinden itibaren, Osman Gâzi’nin ismi üzerinde tamamiyle birleşmektedirler. Burada sadece anonim Tevârîh, Osman’ın kuvvetleri ile Bizans imparatorunun İznik’e yardıma gönderilen ordusu arasında Yalak-ova’da vuku’bulan muharebenin orijinal bir rivayetini ihtiva eder. Bu muharebe, Pachymeres tarafından tasvir olunan Baphaeon savaşının rivayeti ile bir rastlantı eseri olarak benzerlik gösteren Koyun-hisarı savaşı değildir. Baphaeon, Hammer ve ondan sonra yazan herkes tarafından, yanlışlıkla Koyun-hisarı ile ilişkilendirilmiştir. Neşrî’de, aynı rivâyetin, Osman’ın bu başarısına mükâfat olarak beylik salâhiyetinin (power) sembollerini almasıyla bağlantı kurulan bir versiyonu vardır. Oruç’ta bulunan ve Osman’ın Konstantin’in oğlunun idaresinde tekfuru tarafından gönderilen kuvvetler karşısındaki muzafferiyeti, aynı hikâyenin başka bir varyantı olabilir. Pachymeres’i, tarihinde Osman’ı ilk defa zikre sevk eden bu hadise, eğer Osmanlı kaynaklarında hiç zikredilmemiş olsaydı, çok şaşırtıcı olurdu. Gerçekten, bu hadise Oruç ve anonim Tevârîh’te zikredilir, fakat Âşık Paşazâde tarafından zikredilmez.

İznik’in muhasarası ile ilgili meşhur ejderha ve derviş hikâyesi, sadece anonim Tevârîh’te bulunur ve Saltuknâme’de de yer alan oldukça yaygın bir halk hikâyesidir. Oruç, Baba İlyas hakkında, Elvan Çelebi tarafından kaynağı menâkıbnâme olarak belirtilen bir hikâye derceder. Menâkıbnâmelerden çıkan bu ilâvelerin dışında, Oruç ve anonim Tevârîh, Sırplara karşı yapılan Maritza savaşının -biri Âşık Paşazâde’ye uyan, diğeri tamamen farklı- iki rivayetini verir. Oruç’un, 1395’te Mircea’ya karşı yapılan savaşla ilgili rivayeti, tamamen orijinaldir ve bugün konu hakkında bir Türkçe belgeden edindiğimiz bilgilerle uyuşmaktadır[1]. Bu mühim hadisenin vukuu, Âşık Paşazâde’de hiç zikredilmezken, hadisenin ikinci rivayeti, Rûhî’nin Bodleian nüshasında, Neşrî’de ve Bihiştî’de -görünüşe göre aynı kaynaktan alınmıştır- bulunmaktadır. Diğer taraftan, Oruç ve anonim Tevârîh’te bütünüyle eksik olan Orhan’ın Sakarya vadisindeki faaliyetlerinin tamamı Âşık Paşazâde’de bulunmaktadır. Âşık Paşazâde’nin şifahî kaynaklarından edindiği ek bilgiler, şüphesiz, diğer iki metinde bulunmamaktadır. Bâyezid dönemi ile ilgili daha fazla ilâve bilgiye rastlıyoruz. Sultan Ahmed Celâyirî hakkındaki hikâyeler kadar, Timur’un Sivas’ı zaptı ve onun, esâret sırasında Bâyezid’e muamelesi hakkındaki tafsilatlı rivayetler ise sadece anonim Tevârîh’te bulunmaktadır. Bu hikâyeler, hemen hemen iki yüz yıl sonra, Hamzavî’den aldığını söyleyen Âlî tarafından da tekrarlanmıştır[2]. Diğer taraftan, bu hikâyenin anonim Tevârîh’teki manzum kısımların aynı kaynaktan geldikleri gözüküyor. Bu dönem hakkında anonim Tevârîh’te bulunan önemli ilâvelerin, müstakil bir kaynaktan gelmiş olabileceğini söylemek yerindedir.

Bâyezid’in rüşvetçi kadılara ve soytarılara muamelesi konusundaki ifade, bazı farklarla, her üç metnimizde de müşterek olarak bulunmaktadır; bunlardan anonim Tevârîh ve Oruç, orijinal kaynağı olduğu gibi tekrarlamışlardır. Genelde anonim Tevârîh, yönetimi tenkit eden kısımlarda diğer kaynaklardan daha teferruatlıdır.

Anonim Tevârîh, Mercidâbık muharebe meydanının ismini doğru olarak verirken, Oruç ve Âşık Paşazâde, Mecnûn Tabak yazmak sûretiyle aynı yanlışa düşerler. Sanırım bu, Oruç’un anonim Tevârîh’i bir kaynak olarak mütalaa edememesinin başka bir delilidir.

Hülasa, Âşık Paşazâde, Oruç ve anonim Tevârîh, kendi üslüplarında, Osman’ın ortaya çıkışından 1422’ye kadar ortak bir kaynağı kullanırlar. Oruç, bir kaç yerde orijinal metnin üslubunu (treatment) daha tam veriyor görünmesine rağmen, genel olarak Âşık Paşazâde versiyonu en teferruatlısıdır. Bunların her üçü de, ortak kaynağa şifahî gelenekler ve menâkıbnâmeler gibi farklı kaynaklardan yeni bilgiler eklerler. Bununla beraber, anonim Tevârîh, 1402’den 1424’e kadarki dönem için, muhtemelen Hamzavî’ye ait manzum bir eseri de kullanmış olmalıdır. Bu sebeple, bütün bu metinler, müstakil kaynaklar olarak düşünülmelidir. Âşık Paşazâde ile aralarında ilişki olması gereken Kemâl Paşazâde ve Neşrî kaynak grubu, müstakil versiyonlar olarak da düşünülmelidirler; çünkü her ikisi de, ifadelerde bile açıkça ortak kaynaktan geldiklerini gösteren ve diğer hiç birinde rastlanamayan detaylar ihtiva ederler. Diğer taraftan, bütün bu kroniklerin hususî nüshaları, farklı metinler kadar önemli olabilirler; çünkü yazarları, çeşitli tarihlerde ilâvelerle veya kısaltmalar yoluyla tashihler yapmışlardır. Meselâ, Oruç’un Camdrigde yazması, H. 899’daki olaylarla biter. Fakat, Manisa yazmasının girişine göre, bu nüsha, olayları H. 906’ya kadar getiren tashih edilmiş bir nüshadır; içinde, meselâ, Çukurova’ya Osman’ın sözde büyükbabası Süleyman Şah’la birlikte gelen kabileler hakkında detaylı ilavelere rastlıyoruz. Bu ilâveler, görünüşe göre, bu bölgede üstünlük sağlamış olan Memlûklara karşı yürütülen mücadele yüzünden yapılmıştı. Âşık Paşazâde’nin de sürekli bu tür yeni ilâvelerde bulunduğu şüphesizdir. Bu yüzden, Neşrî tarafından, Rûhî’nin kaynağından ve takvimlerden alınarak, Âşık Paşazâde metninde bir hayli ilâve yapıldığını kabul ettiğimiz zaman bile, Profesör Wittek’in, Âşık Paşazâde metninin bugün sahip olduğumuzdan daha detaylı olduğuna dair teorisi, hâlâ geçerlidir.

En eski metinlerin sözde Yahşî Fakîh’le ilişkisi hakkında söyledik-lerimizin özeti şudur:

                     Yahşî Fakîh (1389’a veya 1422’ye kadar)

  

                    Yahşî Fakîh’e bir zeyl, 1422’ye kadar

                                                                    Menâkıbnâmeler

  

                  

       Neşrî        Âşık Paşazâde, 1485’e kadar     Hamzavî           Onun bir hülasası  (?)

                                                                                                       

                                                                                                                 Menâkıbnâmeler

 1492’ye kadar devam edenler          Anonim Tevârîh          Oruç

 

İlk derleme eserlerin, 1402’deki meş’um yenilgiden sonra, Osmanlı devletinin varoluş mücadelesi döneminde ortaya çıktığı gözlenmektedir. Bu tarihî rivayetler içerisinde, bu musibeti, I. Bâyezid döneminde işlenen günahlara karşılık ilâhî bir ceza olarak yorumlama gayreti kolayca görülebilir. Bâyezid ve veziri Ali Paşa, devlet idaresinde Şerî‘ate tecavüz etmekle ve bid’atler çıkarmakla itham olunurlar. Kronik, Osman Gâzi’yi, vefatında, mülkiyetinde altın ve gümüş bulunmayan ve pazardaki alış-verişler üzerine yeni vergi konulmasını Şerî‘atin ihlâli sayıp kabul etmeyen birisi olarak tasvir ederken, ilk Osmanlı hükümdarını ideal bir örnek olarak göstermek suretiyle kendi dönemini tenkit etmek ister gibi gözüküyor. İlk Osmanlı hükümdarları tarafından dervişlere cömertçe topraklar bağışlanmak suretiyle gösterilen saygı üzerinde önemle durulması, Bâyezid’in mülk ve vakıf topraklar üzerindeki hakları kaldırma politikasının ithamı olarak yorumlanabilir. Bu yüzden, Osmanlı tarihinin ilk yüzyılı hakkındaki bu eser, Bâyezid imparatorluğunun çöküşünde ortaya çıkan büyük hayal kırıklığının izlerini taşır. Osmanlılar, ondan sonra, tarihî mevcudiyetlerine genel bir bakış sahibi olma ve aynı zamanda istikbal iddiaları için tarihî bir temel arama ihtiyacı hissettiler. Bâyezid’in sert yönetiminin aksine, I. Mehmed’in ve II. Murad’ın yumuşak ve uzlaşmacı politikaları, aynı zamanda bu reaksiyoner tutumunun yansıma gibi gözükmektedir. Timur’un halefleri, statükonun ihlâli olarak Orta Anadolu’da Timur tarafından oluşturulan durumun Osmanlılar tarafından değiştirilmesine yönelik hiç bir yeni hareketi kabul etmemekte ve II. Murad’a, Karamanlılara karşı giriştiği faaliyetleri dolayısıyla tehditkâr haberler/emirler göndermekteydiler. Dahası, Timurlular, Osmanlıları, en azından hukukî açıdan Karamanlılara bağlı tutmaya çalışıyorlardı. Bugün, Murad’ın Şahruh’a gönderdiği mektupta olduğu gibi Osmanlı kroniklerinde de gördüğümüz şey şudur ki, Osmanlılar, gazâ liderleri olarak, Rumeli’ndeki gazâ yükümlülüklerini devam ettirebilmek için, Karamanlıların arkadan saldırılarını def’etmek mecburiyetinde olduklarını ileri sürüyorlardı. Kroniklerde yer alan ve kendilerini basitçe unutulmuş gibi gözüken Oğuz geleneğine bağlayan şecereler, Timurluların vasallığından kurtulabilmeleri ve Anadolu’daki Türk beylikleri üzerinde üstünlük iddia edebilmeleri için, Osmanlıları, Doğu’daki Hanların muâdili gösteriyorlardı. I. Bâyezid, daha önce, kendisini bütün Anadolu’da Selçukluların vârisi hâline getiren Sultânu’r-Rûm unvanını ileri sürmüştü. Kroniğimiz, Osman’ın ağzından şu sözleri nakleder: “Eğer Allah Selçuklu Sultanı’na Sultanlık verdiyse, aynı Allah bana da gazâ sebebiyle Hanlık verdi. Eğer o, ben Selçuk hanedanındanım derse, ben de Gökalp neslindenim derim.[3]” II. Murad zamanının Yazıcızâde’si, Târih-i âl-i Selçuk’unda, daha sonra Rûhî veya onun kaynağı tarafındanda alınan benzer ifadeleri toplamıştır. Kroniğimizdeki diğer bir gelenek, Osman’ı son Selçuklu Sultanı’nın meşrû vârisi gösterir. I. Bâyezid sonrası dönemin kaynaklarında yer alan bütün bu iddialar, Profesör Wittek tarafından çok iyi ortaya konmuştur.

Kısacası, orijinal kaynağımız, onbeşinci yüzyılın ilk on yılında Osmanlı devletinde geçerli olan fikirlerin kuvvetli tesiri altında şekillenmiştir; bu yüzden, Osmanlı tarihi hakkında, geleceğin tarihçilerinin -Osmanlı veya Batılı- gerçek anlamının çoğunu anlamadan, amaçlarına âmâde buldukları, hususî bir bakış açısını temsil eder. Bu kroniğin derleyicisinin, materyal olarak, münferit olaylar veya şahıslar hakkında yazılan menâkıbnâmeleri ve gazavâtnâmeleri kullandığı anlaşılıyor.

Bununla birlikte, 1422’den sonra, bir taraftan Âşık Paşazâde, diğer taraftan anonim Tevârîh ve Oruç, tamamen farklı kaynakları takip ederler. Âşık Paşazâde, eserinde hulasa ettiğini söylediği menâkıbnâmelere, çoğu zaman kendi şahsî müşahedelerini ve şifahî mâlumatı ilave eder. II. Murad’ın hükümdarlığının sonunda şöyle der: “Ben, Âşıkî Derviş Ahmed, kendisine dair ahvali, onun sözlerini ve fiillerini olduğu kadar, bu sultanın yaptığı bütün gazâları gördüm ve bildim, fakat bunları bu menâkıb’da hulasa ederek yazdım.” Anonim Tevârîh’e ve Oruç’a gelince, 1422’den 1484’e kadar esas olarak ortak bir kaynağı tâkip ederler. Oruç, yeteri kadar anlamlı bir şekilde, 1422’de vuku’bulan Mustafa isyanının iki farklı rivayetini verir; bunlardan birincisi, görünüşe göre, anonim Tevârîh’te ve Âşık Paşazâde’de de bulunan rivayetin aynısıdır. Anonim Tevârîh, 1422’den sonraki olaylar hakkında, “Râvîler şöyle eydürler kim” şeklindeki mutad ifade tarzıyla, yeni kaynağa geçer. Oruç’un ve anonim Tevârîh’in bu tarihten sonraki dönemle ilgili ortak kaynaklarının, birazdan temas edeceğimiz takvimler olduğu görülüyor. Fakat daha önce, görünüşe göre ilk dönem Osmanlı tarihçiliğinin orijinal kaynakları olan menâkıbnâmeleri tedkik edelim.

Bu dinî-hamasî edebiyatın menşei, bir taraftan popüler Türk destanlarında, diğer taraftan, megâzî, siyer ve menâkıb-nâme edebiyatıyla ilgili İslâm geleneğinde aranmıştır. F. Köprülü, Anadolu Türklerinin Rumeli gazâ bölgelerindeki başarılarının, daha önce Battâlnâmeler ve Dânişmendnâmelerce temsil olunan popüler destanların üçüncü halkasını teşkil ettilerini ileri sürer. Ona göre, ünlü velî Sarı Saltuk’un Rumeli’ndeki gazâ ve islâmlaştırma faaliyetlerinin dinî-hamasî hikâyesi olan popüler bir menâkıb koleksiyonu durumundaki Saltuknâme, bu üçüncü halkaya örnek gösterilebilir.

Âşık Paşazâde, Oruç ve anonim Tevârîh’te gerçekte iki tür menâkıbnâme görmekteyiz; ilki, Osman Gâzi’nin hanedanının geleceği hakkındaki rüyası ve I. Murad’ın mucize kabilinden fiillerinde olduğu gibi, tipik halk hikâyelerinden meydana gelir; diğeri ise, gerçek tarihî mâlumata dayanan menâkıbnâmelerden ve gazavâtnâmelerden ibarettir. Birinci Kosova meydan muharebesinin ve Rûhî’nin Bodleian nüshasında ve Neşrî’de yer alan, I. Mehmed’in 1402-1415 yılları arasındaki faaliyetlerinin teferruatlı rivayetleri, ikinci türe örnek olarak gösterilebilir. Âşık Paşazâde’deki Bursa’nın zaptına dair hikâye, aynı tipte menâkıbnâme olarak mütalaa olunabilir. 1444 Varna savaşı hakkında yazılmış müstakil bir gazavâtnâme, gazavât-ı Murâd Hân, bu türün orijinal bir örneği olarak bugün elimizdedir. Bu teferruatlı kitap, her ne kadar daha sonraki döneme ait bir menâkıbnâme ise de, bu tür menâkıbnâmeler hakkında iyi bir fikir verir. Enverî’nin Düstûrnâme’sindeki Gâzî Umur destanı da, bu türden bir menâkıbnâme veya gazavâtnâme olarak sayılabilir. Bu arada, Osmanlı sınır boylarındaki derviş ve gâzîlerin çoğunlukla aynı kişiler olduklarını düşünürsek, metinlerimizin bu iki terimi aralarında fark gözetmeden kullanmaları çok tabiîdir. Her hâlükârda, münferit olaylar veya kişiler, yahut sultanlar veya ünlü beyleri hakkında yazılan bu tarihî menâkıbnâmelerin, genel olarak, teferruatlı ve oldukça güvenilir tarihî mâlumat verdikleri görülüyor.

Gazâ ruhuyla meşbû bir toplumda menâkıbnâmeler, genellikle umumî toplantılarda, orduda veya, Bursa şer’iye sicilleri arasındaki bir kayıtta gördüğümüz gibi, tüccarların kendi paralarıyla askerleri donattıklarını gördüğümüz pazarlarda okunmak üzere tertip olunurlardı. Sâde bir dille, herkesin anlayacağı popüler hisleri yansıtan menâkıbnâme türü, Âşık Paşazâde ve anonim Tevârîh gibi popüler eserlerde olduğu kadar, sonraki yüzyıllarda da bir çok gazavâtnâmede yaşamaya devam etmiştir. Hakikaten, Âşık Paşazâde, dinleyicilerine “Hey Gâzîler” diye seslenir ve sözü şöyle tamamlar: “Her kim âl-i Osmân’ın bu menâkıbını okur veya dinler, onların ruhlarına dualar gönderirse, Allah da belki ona cennet saadetleri ihsan eder.”

Oruç ve anonim Tevârîh’in ana kaynağı olan ve cedâvilü’t-takvîm, cedvelü’l-ihtiyârât veya ahkâm ve ihtiyârat isimli astrolojik eserlerde bulunan takvimlere gelince; bunlar, ilk İslâm astronomisinin bir dalını oluşturuyorlardı. İslâm’ın ilk yüzyıllarında yetişen müneccimler, gelecekle ilgili kehânetlerine temel teşkil etmek üzere, eserlerinde, -siyâsî veya tabiî- önemli olaylar hakkındaki kronolojik listelere yer veriyorlardı. Onuncu yüzyılda astrolojik eserler için Ihvânu’s-Safâ tarafından teklif olunan şemaya atıfta bulunan Fr. Rosenthal, bunların, vak’anüvist tarihine çok yakın oldukları düşüncesindedir. Anadolu Türklerinin bu ilimle çok erken ilgilendikleri görülüyor. Zeyne’l-Müneccim b. Süleyman el-Konevî’nin, 1371 yazının sonuna doğru Sivas’ta yazılan ve Selçuklularla İlhanlılar hakkında kronolojik cedveller ihtiva eden Cedvelü’l-ihtiyârât adlı eserinin orijinal bir kopyası elimizdedir. Elyazmasının kapağında Bâyezid Beğ, Tâcüddin Beğ ve Hacı Şadgeldi Beğ’in 6 Muharrem 780’de Çaldağ’da buluşması gibi hadiselere temas eden muharrar notların bulunması, bu notlar, müneccimlerin kronolojik verilerini nasıl hemen oracıkta kaydettiklerini göstermesi bakımından çok ilgi çekicidir. Bir çoğu kronoljik cedveller ihtiva eden ahkâm ve ihtiyârâta dair pek çok Osmanlı eserinin ehemmiyeti, ancak son zamanlarda anlaşılmaktadır[4]. Hâlâ elde bulunan en eski Osmanlı eserleri, H. 849 ve 851 yıllarına aittir ve daha da eski eserlere dayandıkları açıktır. Her yeni yıl başlangıcında, sultanın kullanması için ahkâm ve ihtiyâratla birlikte bir  takvim hazırlandığı görülüyor. Hakikaten, H. 856 yılına ait başka bir takvim bulunmaktadır ki, içindeki kronolijik cedveller, yukarıda zikredilen metinlerde hulasa olunmuştur. Bu sebeple, müneccimler, saraydaki ilk vak’anüvisler olarak olarak mütalaa olunabilirler.

Şimdi size Oruç ve anonim Tevârîh’in, bu takvimlerden elde ettikleri bilgileri kaynak olarak nasıl kullandıklarına bir örnek verelim: H. 849 yılına ait takvimde şu satırları okuyoruz: “Murad Han zamanında, üç yıl içinde Novabiri kalesi, şehri ve bir kısım toprakları Rumeli Beğlerbeği Şihâbüddin Paşa tarafından, bir kısım yerler de Uç-eli Beği İshak Paşa tarafından küffardan alındı.” Anonim Tevârîh’te ise şunları okuyoruz: “843 yılında idi, Sultan Murad Belgrad üzerine yürüdü, fakat şehri alamadı, sonra geri döndü, Novaberda kalesini fethetti; Şihâbüddin Paşa ve Uç beği İshak Beğ o bölgenin bir kısmını fethettiler.” Bu bilgiler Oruç’ta şöyledir: “843 yılında Şihâbüddin Paşa Novaberda kalesini ve oranın beri tarafındaki toprakları aldı; Uç beği İshak Beğ de onunla birlikteydi.” Son olarak Neşrî, aynı kaydı şu şekilde verir: “844 yılında Novabiri kalesi, bazı küffar vilayetleriyle birlikte Şihâbüddin Paşa, bazı kaleler ise Uç beği İshak Beğ tarafından alındı.” Oruç nüshalarının, kaynağına gereği gibi uymadığı, fakat anonim Tevârîh’in ise Novobrdo’nun zaptının şerefini Sultan’a bıraktığı dikkati çekiyor. Takvimler, ilk Osmanlı hükümdarları için bir kronik kullanmış olmalıdırlar, çünkü, bu ilk dönemde her hangi bir takvimin yazılmış olması ihtimal dışıdır. Hakikaten, takvimler, I. Murad’ın son yıllarına kadar çok az mâlumat verirler. Onların kullanmış olabilecekleri kronik, 1480’de Karamanî Mehmed Paşa tarafından kullanılan kroniğin aynısı gibi görünüyor. Varna savaşında olduğu gibi, önemli çağdaş olaylar, H. 849 takviminde oldukça teferruatlı bir şekilde hikâye edilmektedir. Varna savaşı ile ilgili bir sayfalık takrir, H. 856 takviminde bir kaç satıra indirilmiştir. Fakat, Oruç’un bu savaşla ilgili tasvirinin, 849 takvimindeki tasvirden bile çok daha fazla teferruatlı olduğu dikkati çeker. Görünüşe göre Oruç, Varna veya Kosova savaşı gibi  büyük olaylar için anonim Tevârîh kadar gazavâtnâmeleri de kullanmıştır; gazavâtnâmelerin kullanıldığı yerlerde, takvimlerin kronolojik kayıtlarında kopukluklar olduğu görülebilir. Metinlerimiz, takvimlerden alınmış, bilhassa depremler, astronomik vak’alar, yangınlar ve tâunlarla ilgili bol mikdarda kayıt ihtiva ederler. Takvimler, anonim Tevârîh ve özellikle Oruç, kronoloji konusunda, Neşrî gibi muahhar derleme eserlerden kıyaslanamayacak çok daha kadar iyidirler. Divan’da bulunan paşaların isimlerini her zaman değişik olarak vermesi, Oruç’un önemli bir özelliğidir. Meselâ, Mehmed Paşa’nın 832’de birinci vezir olduğu sadece Oruç’ta kaydedilir ki, bu durum, onun vakfiyeleriyle de teyit edilir. Bu tür teferruatlar hususunda, Oruç’un Manisa ve Paris yazmaları, Babinger tarafından yayımlanan nüshadan daha iyidir. Kezâ Oruç, II. Bâyezid’in ilk yıllarına kadar, kronolojik kısımlarında anonim Tevârîh’ten çok daha teferruatlıdır. Anonim Tevârîh’in, verileri çok muhtasar geç tarihli bir takvimi veya takvimleri kullanmış olması pek muhtemeldir. 891’den sonraki bütün önemli olaylar hakkında her ikisi de kesin tarihler ihtiva eden bir takvimi tâkip ederken, II. Bâyezid’in hükümdarlığının H. 891 yılına kadarki ilk devresi hususunda, anonim Tevârîh’in Oruç’tan çok daha detaylı olduğu görülüyor. Kütüphane koleksiyonlarımızda yapılacak sistemli bir araştırmanın, Oruç ve anonim Tevârîh tarafından kullanılan orijinal takvimlere açıklık getirebileceğini umuyoruz. Bu noktada şu şemayı çizebiliriz:

 

Menâkıbnâmeler                 Takvimler, 1422-86        Menâkıbnâmeler

                Özet takvimler                    Oruç              

 

                                                                                Eksik Oxford yazması     

 Anonim Tevârîh, 891’e kadar                 Cambridge yazması, 899’a kadar

 

                            Bir takvim, 891-96

                                                               Paris yazması, 908’e kadar

     İlk temdit, 896’ya kadar

                                                      Manisa yazması, 906’ya kadar  

       İkinci temdit, 956’ya kadar

        Üçüncü temdit, 963’e kadar

 II

 Yahşî Fakîh’le birlikte, Osmanlı tarihinin ilk yüzyılına dair en eski ikinci rivayetin Ahmedî’nin İskendernâme’sindeki Dâsitân-ı Tevârîh-i mülûk-i âl-i Osmân olduğu düşünülmektedir; bu destânın, I. Süleyman’a ithaf edildiğini biliyoruz. Burada, Ahmedî’nin kaynağının Şükrullah, Karamanî Mehmed Paşa, Mehmed Konevî, Rûhî, Sarıca Kemâl ve Neşrî olduğunu göstermeğe çalışacağız. Nitekim, bu metinler tamamen Âşık Paşazâde, Oruç ve anonim Tevârîh grubundan farklı olarak ikinci bir kaynak grubunu temsil ederler. Öyle anlaşlıyor ki, Neşrî, bu kaynaklardan birinden alınan bir hadise ile ilgili bilgiyi kronolojik olarak bir sıraya koymuş ve hadisenin ifade ediliş şeklinde hiç bir mühim değişiklik yapmaksızın, bu iki kaynak grubunu birleştirmeye çalışmıştır. Fakat, Rûhî’nin Bodleian yazmasının orijinal kaynağı daha mükemmel bir şekilde ihtivâ etmesi, Neşrî’nin yaptığı gibi ilaveler ve atlamalar yapılmadığını, orijinal kaynağın olduğu gibi kopye edildiğini göstermektedir. Meselâ, Hikâyât-ı mürûr-ı Süleymân Paşa ilâ Rumeli bölümünde, Neşrî, “Karasi vilâyeti timarıydı, hemân feth olunduğu gibi aña virmişdi” cümlesine kadar Rûhî ile ortak kaynağı tâkip eder ve bundan sonra el-kıssa kelimesiyle Âşık Paşazâde metnine geçer. Bu kısımda Rûhî tarafından verilen hikâyenin geri kalan kısmı Neşrî tarafından atlanmıştır; fakat bir yerde Neşrî, ‘derler ki’ tâbiriyle, Süleyman Paşa tarafından fethedilen iki kalenin isimlerini, Âşık Paşazâde’de Cimbini ve Aya Şilonya şeklinde verilmesine karşılık, Ödküklük ve Eksamilye olarak verir. Fakat Neşrî, ortak kaynakta aldıkları ifadelerde Rûhî’nin Bodleian yazmasından çok daha teferruatlıdır. Ödküklük  ve Eksamilye isimlerini, Şükrullah, Mehmed Konevî, Sarıca Kemâl ve Karamani Mehmed’de de bulmaktayız; fakat, eseri daha eski olmasına rağmen Ahmedî’de yoktur; Ahmedî’nin eseri, ortak kaynağın en kısa tenkidî metnidir. Biribirinden sadece bazı ilâveler ve kelime atlamaları ile farklı olan bu ikinci kaynak grubunda, Osmanlıların menşei ve Anadolu’ya göçleri konusunda tamamiyle farklı bir an’ane vardır. Bu an’anedeki karakteristik noktalar şunlardır: Ahlat, 340 göçmen ailesinden oluşan bir Oğuz topluluğunun ilk yerleşim yeri olarak zikredilir; silsile Ertuğrul, Gündüz Alp oğlu, Gök Alp oğlu, Sarkuk Alp oğlu, Kopuk Alp oğlu olarak kaydedilir. Bu topluluk, nihayet Ankara yakınındaki Karacadağ’da yerleşmiştir. Selçuklu hükümdarı Alâüddin, Sultan-öyüğü’ne gelir ve burada Ertuğrul’u gâzî beyi yapar. Neşrî, her iki an’aneyi yan yana vermiş olmasına rağmen, Rûhî’nin Bodleian yazması, bu an’aneyi, Âşık Paşazâde’nin eserindeki an’aneyle birleştirmiş gözüküyor. Rûhî, o dönem Anadolu’sunun umumî durumunu olduğu kadar, Yazıcı-zade’nin, Osman’ın ’taki Oğuz aşiretleri tarafından bey olarak seçimine dair ilgi çekici bir rivayetini de ilâve etmiştir. Karamanî’de Ahlat ve Kopuk Alp silsilesine rastlamamıza rağmen, Sarıca Kemâl tarafından yazılan Selâtînnâme’de bu figürler yoktur; sadece 1340 olarak göçebelerin sayısı verilmiştir. Kaynağın en eski versiyonu olan Ahmedî, diğer bütün metinlerde olduğu gibi, sadece Alâüddin hakkındaki ifadeyi içine alır.

Orijinal kaynakla olan münasebetlerinin derecesini göstermesi açısından şu örnek ilgi çekicidir: Ahmedî, ismini vermeksizin muayyen bir Şeyh Efendi’den söz eder. Şükrullah, ismi Ramazan olarak verir; fakat Rûhî, Sarıca Kemâl ve Neşrî, Şeyh Ramazan’ın I. Bâyezid tarafından kâd’asker tâyin edildiğini açıklarlar. Şakâ’ık-ı Nu’mâniyye, aynı bilgiyi onlardan alıp Ramazan’ın biyografisi olarak verir. I. Bâyezid’in rüşvetçi kadıları cezalandırmasıyla ilgili hikâye, Ahmedî, Şükrulllah ve Rûhî tarafından zikredilir; bu hikâye, Âşık Paşazâde grubunca da -başka bir kaynaktan alınmak suretiyle- verilmiştir.

Ahmedî’nin kaynağının, parça parça veya tam olarak, diğerleri tarafından kullanılmış olduğu neticesini çıkarabiliriz. Bu kaynak, geriye, 1399’da Malatya’nın fethine kadar gitmiş olmalıdır. Bugün, söz konusu kaynağın onbeşinci yüzyılda tertip eilmiş çeşitli versiyonlarının bulunduğu bilinmektedir. Bunlar, 1410’a doğru Ahmedî, 1456-59’da Şükrullah, 1480’e doğru Karamanî Mehmed ve Mehmed Konevî, 1490 civarında Rûhî, Neşrî ve Sarıca Kemâl tarafından yazılan eserlerdir. Müstakil ve görünüşe göre birinci grup kroniklerin kaynaklarından daha eski bir kaynak olarak, Ahmedî’nin kaynağı, hiç şüphesiz, Osmanlı tarihinin ilk yüzyılı hakkında yapılacak tenkidî bir çalışma için son derece önemlidir. Meselâ, bugün kat’iyyetle ifade edebiliriz ki, I. Bâyezid zamanında kadılarla ilgili radikal bir reform vardı; ancak bu olay, Âşık Paşazâde-Yahşî Fakîh geleneğinde, menkabe görünümünde aktarılmıştır. Rûhî-Ahmedî geleneğinin arkaik karakteri, gazâ üzerindeki vurgusu, Osmanlı hanedanını daha mütevazı’ şecereye bağlaması, I. Murad’ın kardeşi Süleyman Paşa’ya tahsis edilen imtiyazlı yer, Sinan Paşa ve Âşık Paşazâde’nin tanımadığı kâdî‘asker Şeyh Ramazan gibi isimlerle kendini gösterir.

Şükrullah, Rûhî ve Neşrî’nin, Ahmedî’nin kaynağının kopyası olan -orijinaline Ahmedî’den daha sadık kalan ve I. Mehmed zamanının sonuna kadar devam etmiş bulunan- bir metni kullandıkları anlaşılıyor. Gerçekten, Şükrullah, Rûhî ve Neşrî, 1421’e kadar birbirlerine sıkı sıkıya bağlıdırlar. Bu metinlerde yer alan ve 1399’dan 1420’ye kadar süren dönemi içine alan bölüm, yine Âşık Paşazâde-Oruç geleneğinden bütünüyle farklı bir karakter gösterir. Bu bölüm, Karaburun’daki Sûfîlerin ayaklanması, Karakoyunlu müdahalesiyle Amasya ve Tokat’ta ortaya çıkan karışıklıklar, Tuna üzerindeki Sakçı, Yeni-Sale ve Yergöğü kalelerinin tahkimi ve Severin’in zaptı hadiseleriyle ilgilidir. Birinci grup kroniklerde, bu hususlar bütünüyle eksiktir.

Rûhî, orijinal kaynağına, biri Murad’ın Karaman-eli’ne yönelik seferi ve Kosova savaşı, diğeri I. Mehmed’in iç harp dönemindeki hakimiyet mücadelesiyle ilgili iki uzun ilâvede bulunur. Söylediğimiz gibi, bunlar iki farklı menâkıbnâmeden alınmış olmalıdır. Bu ilâveleri Neşrî’de de buluyoruz; birinci ilâve Rûhî’den daha teferruatlıdır; ikinci ilâve ise her iki metinde de aynıdır.

Rûhî’nin eseri, -sultanın 1446’dan 1451 yılına kadarki ikinci hükümdarlık dönemi hariç- II. Murad dönemiyle ilgili orijinal veriler ihtiva eden müstakil bir kaynaktır; Rûhî’nin 1446-1451 yılları arasıyla ilgili olarak ise, Âşık Paşazâde gibi, aynı kaynağı kullandığı anlaşılıyor. Muhtemelen bu kaynak, ayrı bir menâkıbnâme idi. Burası, iki metnin uyuştuğu yegane bölümdür. Âşık Paşazâde, II. Mehmed’in 1451’deki Karaman-eli’ne yönelik seferi hariç, ortak kaynağı daha teferruatlı verir. Bu seferde Yeniçerilerin Sultan aleyhindeki gösterileri, sâdece Rûhî tarafından anlatılır. Şükrullah, II. Murad döneminin çok sathî bir şemasını verir; Mehmed Konevî’nin onun eserini kopya ettiği kolayca gözükmektedir. Konevî’nin, Fatih Sultan Mehmed’in hükümdarlığı dönemi hakkında, kendisini Oruç ve anonim Tevârîh’e çok yaklaştıran bir takvimi kullandığı anlaşılıyor. Karamanî’nin, Şükrullah’ı bir kaynak olarak doğrudan kullanmadığı, II. Murad’ın saltanat döneminin ele alınış tarzının karşılaştırılmasıyla görülebilir. Rûhî’ye gelince, o, II. Mehmed’in ve II. Bâyezid’in 1484’te Akkerman ve Kili’yi fethine kadarki saltanat süreleri hakkında orijinal bir metin verir (Rûhî, Fâtih’in 1454 ve 1455’te Sırbistan’a yaptığı iki seferi biribirinden ayırır; Mahmud Paşa’nın Trabzon’a karşı açılan sefer sırasında yaralanışını ve Uzun Hasan tarafından barış yapmak için Ahmed Bikrîcî’nin gönderilişini zikreder).

Fatih’in hükümdarlık dönemi üzerine bütünüyle orijinal tek eser, Tursun Beğ’in kendi şahsî müşahadelerine dayananan Târîh-i Ebu’l-Feth’idir. Fatih döneminde yazılan Şâhnâmelere gelince, bunlara daha sonra temas edeceğiz.

İkinci kaynak grubu hakkında söylediklerimizden çıkan şema şudur:

                 1399’a kadar bir kronik

421’e kadar bu kroniğin bir devamı,     Ahmedî’nin 1410’a doğru yazılan

 İskendernâme’sindeki Dâsitan

 Bir menâkıbnâme,

   1446-51

                                     Şükrullah,1451’e kadar;     Menâkıbnâmeler

       Âşpz.    Rûhî

                                                                        Bir takvim, 1451-84

                                     Mehmed Konevî,

                                     1484’e kadar

Bir takvim

1421-80         

             Karamanî Mehmed

 III

 Anadolu’da Selçuklu sultanlarının ve Türkmen beğlerinin saraylarında târih-hânlar (târih okuyucular) ve menâkıbnâmeler okuyan halk şâirleri mevcuttu. Osmanlılar bu geleneği devam ettirdiler. Gazavâtnâme formundaki tarihî eserlerin, ric’at hâlinde sultanın gururunu okşamak ve edebî zevkini tatmin etmek için yüksek sesle okunmak üzere yazıldıkları görülmektedir.

Zamanla, sarayın ve yüksek sınıfların ilgilenmeye başlamalarıyla, yüksek bir edebî üslupla ve ekseriyetle Farsça olarak, fevkalâde ince bir zevk ürünü menâkıbnâme ve gazavâtname türleri yazıldı. Ahmedî’nin Türkçe Dâsitân’ı, bunların ilk örneklerinden biri olarak kabul edilebilir. 1456 civarında, İranlı bir şâir olan Kâşifî, Fatih’in gazâlarını meth ve tebcil eden Farsça manzum eserini, Gazavâtnâme-i Rûm’unu, yazmıştı. Sultana ithaf edilen bu eser, tarihî bir kaynak olarak, oldukça fazla orijinal bilgi ihtiva eder. Şâhnâme umumî adıyla nitelenen bu edebî türün, II. Mehmed döneminde gelişme kaydettiği anlaşılıyor. O dönemde Osmanlı başkentini istilâ eden bir çok İranlı şâir, sadece Osmanlı yazarları ile değil, sultanın himâye ve lütfunu elde etmek için, biribirleriyle de kıyasıya bir rekabet içinde idiler. Kâşifî’den sonra gelen Hâmidî, Mu‘âlî, Şehdî, bu dönemde bu tür eserlerin yazarları olarak hâlâ yaşayan isimlerdir. Latîfî Tezkere’sinde şu satırlar okunuyor:  (Fatih tarafından) “manzum olarak kendi tarihini anlatan veya kendisini methetmek için şiirler yazan otuz şâire aylık ve yıllık maaş bağlanmıştı.” Mu‘âlî’nin hünkârnâmesi, Topkapı sarayında bir süre önce ortaya çıkarıldı; fakat Hâmidî’nin ve Şehdî’nin eserleri kayıptır. Şâhnâme-yazıcılığının, saray tarihçiliğinin ilk türü olarak onbeşinci yüzyılın ortalarında tesis edildiği emniyetle söylenebilir. Bu eserlerin yegâne vazifesi, zamanın sultanının kahramanlıklarını yüksek bir edebî  form içinde medh ve tebcil etmekti; fakat şâhnâme yazarları, nâdiren, Osmanlı hanedanının umumî tarihini de yazmaktaydılar. Onlar, kendi zamanlarıyla ilgili olarak, genellikle birinci elden bilgilere dayanan orijinal eserler üretmekteydiler. Bununla beraber, meşhur gazâ beyleri için, hâlâ eski menâkıbnâme geleneğine bağlı, hususî gazavâtnâmeler yazılmaktaydı. Sûzî Çelebi tarafından yazılan Gazavâtnâme-i Mihal-oğlu Ali Beğ, bir süre önce A. S. Levend tarafından yayımlandı. Bilinen hiç bir nüshası bulunmayan Hayruddin Çelebi’nin Gazavât-ı Dâvûd Paşa’sı, gerçekte, Kemâl Paşazâde tarafından, Târih’ine, yedinci bölümün sonuna alınmıştır. Eski popüler menâkıbnâme türlerinin, sarayda, bir taraftan rütbece şâhnâme yazarlarından aşağı sayılan kıssa-hânlar, diğer taraftan Fars tarihçiliği modeline uygun Tevârîh-i âl-i Osman yazmaları için tâyin edilen münşîler tarafından devam ettirildiği görülür. Kıvâmî’nin Fatih’in gazâlarıyla ilgili Fethnâme’sinin, Kemâl’in umumî bir Osmanlı tarihi olan  Selâtînname’sinin, Midilli deniz seferi üzerine Firdevsî’nin yazdığı Kutbnâme’nin ve Safâyî tarafından Kemâl Re’is’in kahramanlıklarına dair kaleme alınan Gazavâtnâme’nin şâhnâme tarzında, II. Bâyezid döneminde yazıldığını biliyoruz. Kıvâmî’nin eseri, bir süre önce Babinger tarafından yayınlandı; bugün başka nüshaları da bilinmektedir[5]. Müteakıp yüzyıllarda, şâhnâme türü, bazıları hattatlıkta, minyatürde ve süslemede gerçekten sanat değeri taşıyan pek çok eserle varlığını devam ettirdi. Şâhnâme yazarlarının bâzılarının, sadece şâhnâme yazıcılığında değil, astroloji (ilm-i nücûm)de de üstad kişiler oldukları dikkati çekmektedir. Saray mensuplarının evlenme şenliklerini tasvir eden sûrnâmeler, şâhnâme türünün bir dalı olarak mütalaa olunabilir.

IV

Osmanlı hanedanı hakkındaki umumî tarihlerin bir çoğunun II. Bâyezid zamanında yazılmış olması ve çoğunun 1484-85 yılları arasındaki hadiselerle sona ermesi, tamamen bir tesadüf müdür? Âşık Paşazâde, Rûhî ve anonim Tevârîh yazarı -ilk derlemesini/tertibini-, Neşrî -Menzel yazmasını-, Mehmed Konevî, Kıvâmî, Sarıca Kemâl, eserlerini 1484 veya 1485 olaylarıyla bitirirler. Söz konusu dönemde, Osmanoğullarının umumî tarihleriyle ilgili derleme eserler meydana getirme hususunda girişilen olağanüstü faaliyetlerin ilk ve en başta gelen sebebi, hiç şüphesiz, II. Bâyezid’in bu tür eserlerin yazılmasını görme arzusu ve zamanın ulemâsının bu arzuya mukabelesi idi. II. Bâyezid, o sırada, kamuoyunu kendi lehine çevirmek için bu vasıtaları kullanmak istemişti. Hâlâ hayatta olan Cem Sultan, eski rejimin temsilcisi olarak görülürken, Bâyezid, Fatih’in aksine, bütün siyasî, sosyal ve hukukî sahalarda reaksiyoner bir politikayı temsil etmekteydi. Yukarıda zikredilen bütün eserlerde, Bâyezid, selefi tarafından gerçekleştirilen geniş fetihleri pekiştirme misyonu üstlenmiş, âdil ve kanuna riayetkâr bir hükümdar olarak gösterilir (Tursun Beğ, Kemâl Paşazâde ve İdris’in mukaddimelerine bilhassa bakınız). Yeniçeriler tarafından çok sevilen ve gerçekten devlette bütün gücü ele geçirmiş olan Gedik Ahmed, 1482’de idam edilmiş; kayınpederi İshak Paaşa ise müteakıp yıl veziriâzamlıktan azledilmişti. Yeniçeriler huzursuzdu; Gedik Ahmed’in, Hıristiyanlara imtiyazlar sağlayan bir siyasete eskiden beri karşı oluşu, tabiî olarak, bütün gâzî unsurlar tarafından da paylaşılmaktaydı. Bosna’da gazâ başarıları dolayısıyla meşhur olan Davud Paşa, bu şartlar altında veziriâzam seçilmiş, Sultan, Fatih’in daha önce başarılı olamadığı Moldavya’ya orduyu bizzat götürmek mecburiyeti hissetmişti. Kamuoyunu etkilemek için, zaferi kazanmanın gerekliliği mümkün olduğu kadar yaygın bir şekilde propaganda edilmekteydi. Moldavya zaferini tasvir eden Mehmed Konevî, vurgulu bir şekilde şunları söyler: “Onun atalarından hiç biri, bu iki hisarı almağa muvaffak olamadı”; Tursun Beğ ise, Sultan Mehmed’in Kili’yi muhasaraya muktedir olamadığını vurgular[6]. Âşık Paşazâde metni, eğer Bâyezid’in reaksiyoner siyasetinin ışığı altında okunursa, metnin münakaşalı karakteri bütünüyle meydana çıkar. Buna, Neşrî’de, İbrahim Çandarlı’nın gayretleri dolayısıyla övülümesine karşılık, Gedik Ahmed’in, 1473’te Otlukbeli savaşı sırasında Bâyezid’e zararlı tavsiyelerde bulunmakla suçlandığı da eklenebelir; ancak bunların hepsi, Neşrî tarafından orijinal kaynağa yapılmış basit bir ilâvedir. Kezâ, bu eserlerin çoğunda, Davud Paşa’nın Fatih dönemindeki rolü sık sık mübalağa edilir. Rûhî’de şu satırları okuyoruz: “Sultan Bâyezid şöyle dedi: ‘Peygamberlerin tarihleri, en iyi ve en tercihe şayan tarihler olarak kabul edilir; bu sebeple, ulemâ, bu tür tarihleri yazmayı tercih eder; fakat diğerleri arasında en seçkin ve en şerefli olan Osmanlı sultanlarının tarihleri, henüz herkesin istifade edebileceği bir dilde yazılmış bir derlemeye (compilation) konu teşkil etmedi. Arzu edilir ki bu iş yapılmış olsun.’ Sultanın bu sözleri, bani, [Osmanlıların] tarihlerini Osmanlı ülkesinde cârî Türkçe ile toplamaya yöneltti.” Neşrî de, eserinin girişinde buna benzer bir ifade kullanır: “Başka ilimler hakkında bir çok eser yazılmış olduğunu gördüm; fakat tarih ile ilgili eserler, özellikle Türkçe olanlar hâlâ dağınık durmaktadır.” Sultan Bâyezid’in, herkes tarafından yeterince anlaşılır basit bir Türkçe ile böyle bir tarih eseri yazılması konusundaki ısrarı, mânidardır.

Bâyezid’in saltanatının ilk yıllarında ve doğrudan Moldavya zaferi münasebetiyle yazılan eserler, Osmanlı tarihçiliği açısından çok önemlidir; çünkü, bu derleme eserler, Osmanlı tarihinin ilk iki yüzyılı üzerine daha sonra yazılan eserlerin tamamının menşeini oluşturmaktadır; ancak bu eserlerin orijinal kaynakları bugün bize ulaşmamıştır. Âşık Paşazâde’nin, eserini bir kaç kere tashih etmiş olduğu açıktır; bu tashihlerden sonuncusunun 1484-85’te yapıldığı anlaşılmaktadır. Mehmed Konevî, eserini Fatih Sultan Mehmed zamanında yazmağa başlamış ve II. Bâyezid zamanında tamamlamıştır. Resmî bir kayıt, Bâyezid tarafından 1503’e doğru Mevlânâ Rûhî’ye mükâfat verildiğini göstermektedir. Sarıca Kemâl, Selâtînnâme’sini Haziran 1490’da tamamlamıştır. Neşrî’nin eserine gelince, Prof. Taeschner, Menzel yazmasına dayanarak, 1485’ten sonrasını ve 1495’ten öncesini [bu iki tarih arasını] yazım tarihi olarak verir. Bihiştî, Oruç ve anonim Tevârîh’teki ifadeler, hepsinin II. Bâyezid zamanında yazıldığını göstermeye yetecek kadar açıktır.

Yukarıdaki sayfalarda, bu derleme eserlerde ne tür kaynakların kullanıldığını anlamak için bir teşebbüste bulunuldu; vardığımız netice şudur: Bu eserlerin büyük bir kısmında, bir tarafta Âşık Paşazâde, diğer tarafta Rûhî, bize en teferruatlı biçimleriyle iki farklı rivayet verirler. Neşrî’nin eseri ise, gerçekte, Âşık Paşazâde ve Rûhî tarafından temsil edilen iki geleneği birleştirmeğe çalışan en eski derlemedir. Fakat, Neşrî aynı rivayetleri, Rûhî’nin Bodleian yazmasında olduğu gibi, fakat 1484’e kadarki olayları genelikle çok daha detaylı bir şekilde anlatığı için, onun, Rûhî ile ortak bir kaynağı mı, yoksa Ruhî’nin detaylı bir kopyasını mı kullandığı meselesi hâlâ ortadadır. Oruç’a, anonim Tevârîh ve Konevî’ye kaynak olan takvimleri, aynı zamanda Neşrî’nin de kullandığı unutulmamalıdır. Şu durumda, Neşrî’nin eserindeki diğer kaynaklardan alınan kısımları gösteren bir liste oluşturmak mümkündür.

II. Bâyezid zamanında yazılan derleme eserler, yalnızca Fâtih’in politikalarına yönelik bir tepkiyi karakterize etmemekte idiler; bunun yanısıra, cihan-şümûl bir İslâm imparatorluğu kurmuş olmanın şuuru, Memlûk ve Doğu’daki Fars devletleriyle üstünlük yarışında, o sırada Osmanlı tarihini yeni bir değerlendirmeye tâbi tutmayı da gerekli kılmıştı. Dünya tarihinin önceki manzarası içerisinde, meselâ Şükrullah’ın ve Enverî’nin eserlerinde, Osmanlı tarihi, İslâm tarihinin devamı olarak mütevazı bir yer işgal etmekte, Osmanlı sultanları ise, İslâm dünyasının hududundaki gâzîler olarak gösterilmekteydi. Fakat şimdi, II. Bayezid, Eşrefü’s-Selâtîn -Müslüman hükümdarların en seçkini ve en şereflisi- olduğunu iddia etmekteydi; bu eserlerin yazarlarından birisi, -bizzat Peygamber ve O’nun dört halifesi hariç-, hiç bir Müslüman hükümdarın Osmanlı sultanlarından daha fazla başarı elde edemediklerini söylemektedir. O sırada Osmanlıların, Güney Anadolu için Memlûklara karşı uzun bir savaşa giriştikleri ve her hususta kendilerinin hasımlarından daha üstün olduklarını göstermek istedikleri de unutulmamalıdır. Osmanlılar, hâlâ gazâ misyonlarını vurgulamakta ve bunun İslâm’da son derece önemli bir yeri bulunduğunu ileri sürmekteydiler. 1502 civarında, Kemâl Paşa-zade, eserinin girişinde şunları söylemektedir: ‘Sultan işaret etti ki, eğer tarihler, hikâyeler ve fıkralar yazılmasa ve bu yolla büyük hükümdarların zaferleri ve başarıları gelecek nesiller için ebedîleştirilmese idi, tamamı unutulurdu. Bunun için o, kendisinin ve atalarının başarılarının kaydedilmesini istedi. Hem seçkinlerin ve hem de halkın faydalanabileceği, sade bir üslûpla, Türkçe olarak bir eserin yazılması gerekliydi ve ben sultan tarafından bu iş için tâyin edildim.’

Aynı sıralarda, meşhur bir Fârisî münşî olan İdrîs-i Bidlisî, sultan tarafından, Osmanlı hanedanına yakışır büyük bir Farsça tarih yazmak için görevlendirilmişti. İdrîs, bu durumu şöye anlatır: ‘Sultan Bâyezid, bu büyük hanedan için, 710 yılının başlangıcından içinde bulunduğu 908 yılına kadarki dönem için bir tarih yazmamı irade etti, ki, bu tarihin seçkinler tarafından olduğu kadar sıradan halk tarafından da beğenilen bir üslûpta, bu hanedanla ilgili hikâyelerin düzeltilip açıklanarak yazılması gerekmekteydi.’

Şaka’ık[7], Kâdî‘asker Mü’eyyedzâde’nin, II. Bâyezid’e, Farsça bir Osmanlı tarihi yazması isteğiyle İdrîs’in dâvet edilmesini teklif ettiğini açıklar; Mü’eyyedzâde’ye göre, aynı konuyla ilgili olarak Türkçe bir eser yazdırmak da münasip ve belki elzem idi; bu da, eğer Kemâl Paşazâde yazmayı kabul ederse başarılabilirdi. Hanedan hakkında yazılmış mevcut tarihlerden memnun olmayan II. Bâyezid’in, zamanın iki büyük münşîi olan İdrîs’e Farsça, İbn Kemâl’e Türkçe olarak, bu tarihi yeniden yazmalarını emrettiği açıktır. İdrîs-i Bidlisî, son derece titiz eseriyle -Heşt bihişt-, Osmanlı tarihini, İran tarihçiliğinin gayet incelmiş zevk formu içinde ortaya koydu. Daha sonra Hoca Sa’deddin, bu eseri, klâsikleşmiş bir eser olan Türkçe Tâcü’t-Tevârîh’i için örnek aldı. İdrîs’in, esas olarak, Rûhî geleneğini tâkip ettiği görülüyor. Eserinde, Tursun Beğ’in bazı şahsî rivâyetlerini de bulmaktayız. İdrîs, Orta ve Doğu Anadolu ile ilgili hadiseler hakkında bazı orijinal bilgiler verir. Ayrı bir bölümde Osmanlı sarayını ve yönetimini de tasvir eden eser, Osmanlı kronikleri arasında eşsiz bir yere sahiptir. Heşt bihişt’in Türçe muâdili olan İbn Kemâl’in Tevârîh-i âl-i Osmân’ı, bu dönemin en geniş ve en önemli derleme eseridir. Tevârîh-i âl-i Osmân, aynı zamanda, Farsça ile rekabet edecek yüksek bir Türk nesri yaratma arzusunu da yansıtan, önemli bir edebî eserdir. Görünüşe göre, İbn Kemâl, Neşrî’nin teferruatlı bir nüshasını kullanmış ve ilk dönem için Karamanî’nin rivayetlerini eklemiştir. Fatih dönemi için ise, esas olarak, Tursun Beğ’i ve Neşrî’yi tâkip etmiştir. İbn Kemâl’in, Rûhî veya onun kaynağı ile Oruç’un Paris veya Manisa yazması gibi teferruatlı bir nüshayla yakından teması olduğunu gösteren belirtiler vardır. Yukarıda ifade edildiği gibi, İbn Kemâl’in eseri, Hayreddin Çelebi’nin Gazavât-ı Dâvûd Paşa’sını da ihtiva etmektedir. Şu da var ki, İbn Kemâl, eserine diğer kaynaklardan aldığı bilgiler kadar, kendi şahsî mâlumatını da eklemiştir. O, münferit hadiseler ve bunların kullanımı konusunda kaynaklarını seçmede büyük bir ustalık gösterir. İbn Kemâl, Hoca Sa’deddin, Âlî, Na‘îmâ ve Cevdet Paşa dahil, bütün Osmanlı tarihçilerinin en büyüğü olarak kabul edilebilir.

__________

* Bu yazı, daha önce şurada yayımlandı: ), Söğütten İstanbul’a, Oktay Özel-Mehmet Öz (der.), İmge Kitabevi, Ankara 2000, s. 93-117 (Yazının orijinali: “The Rise of Ottoman Historiography”, B. Lewis ve P. M. Hold (haz.), Historians of the Middle East, Londra: Oxford University Press, 1962, pp. 152-167)

[1] Bkz. Proceedings of the X. International Congress of the Byzantinists (İstanbul, 1957), ss. 220-2

[2] Cild V, s. 94.

[3] Âşık Paşazâde, Giese neşri, s. 20.

[4] Bkz. H. İnalcık, Fatih Devri (Ankara, 1954), i

[5] Bkz. A. S. Levend, Gazavatnameler (Ankara, 1956).

[6] TOEM neşri, s. 186.

[7] Mecdî tarafından yapılan Türkçe tercümesi, s. 384.